29 Aralık 2008 Pazartesi

Müntehir*



*Kendini öldüren, intihar eden.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Exoplanet & Planemos


Güneş Sistemi dışındaki ilk gezegenler 1990 yılında saptandı, beş yıl sonra ise '51 Pegasi b' adı verilen ilk gezegen keşfedildi ve ''güneş sistemi dışındaki gezegenler''e 'exoplanet' adı verildi. Keşiften bu yana geçen 13 yıllık kısa sürede astronomlar birbirinden ilginç 230'a yakın exoplanet keşfetti.

Exoplanetler içinde bir, iki hatta üç yıldızın etrafında dolanan gezegenler olduğu biliniyor. Ancak bunun dışında ''hiçbir yıldızın etrafında dolanmayan, gezegen büyüklüğünde cisimler'' de keşfedildi. Bu cisimlere 'Planemos' adı veriliyor. Planemoslar, 'kahverengi cüce' adı verilen, patlama yapamadan ölü doğan yıldızlara benziyor ancak daha küçükler.

Gökbilimcilerin şimdiye kadar keşfettiği en genç gezegenin yaşı, bir milyon yıldan daha az. Dünyamızdan 420 ışık yılı uzaklıktaki 'Coku Tau 4' adlı yıldızın etrafında dönen bu gezegeni gökbilimciler, ilk olarak toz bulutu içindeki bir delik olarak keşfettiler. Bu deliğin çapı, gezegenimizinkinin 10 katı.

Şimdiye kadar keşfedilen en yaşlı gezegen ise 12.7 milyar yaşında. Büyük Patlama'dan sadece iki milyar yıl sonra oluşan bu gezegen, dünyamızdan sekiz milyar yıl daha yaşlı. Bu gezegenin keşfi, evrende sanılandan çok daha fazla gezegen olabileceğini ve yaşamın başlangıcının bilim adamlarının hayallerinin de ötesine dayanabileceğini düşündürüyor.


KAYNAK: NTV

Tao

Ölmek Özgürlüğü

''Derler ki; bilge, yaşayabildiği kadar değil, yaşaması gerektiği kadar yaşar. Şunu da derler ki; doğanın en başta gelen ve halimizden yakınmayı gereksiz kılan lütfu bizi dünyadan göçmekte özgür bırakmasıdır. Hayata verdiği giriş yolu bir tek, ama çıkış yolu yüz binlerce. Yaşamak için toprağımız olmayabilir, ama ölmek için toprak bulunur nasıl olsa. Dünyadan ne diye yakınırsın? Bağladığı yok ki seni. Dertler içinde yaşıyorsan, bu korkaklığın yüzündendir senin; istediğin zaman ölmek elinde.

Bir tek hastalığın devası değil, bütün dertlere devadır ölüm. Hiçbir zaman korkulmayacak, çok kez aranacak pek emin bir limandır ölüm.

Hayata ha biz son vermişiz, ha kendi son bulmuş, hepsi bir; ha eceline koşmuş insan, ha beklemiş onu; nerden gelirse gelse, kendi ecelidir gelecek olan. İplik nerde koparsa ordadır ecel, orasıdır yumağın ucu. En gönüllü olanıdır ölümlerin en güzeli. Yaşamak başkasının istemine bağlıdır, ölmek yalnız bizimkine. En çok ölümde kendi huyumuza suyumuza göre davranmalıyız. Başkalarının ne diyeceği düşünülmez bu işte, çılgınlık olur düşünmek de. Yaşamak kölelik olur, ölme özgürlüğümüz olmazsa. Hastalıkların iyileştirilmesi çoğu kez yaşamayı kısıtlamakla olmuyor mu zaten? Etimizi yarıyorlar, dağlıyorlar, elimizi ayağımızı kesiyorlar, yemekten kesip kanımızı alıyorlar: Bir adım daha atıversek öteye, toptan kurtulmuş oluruz. Şahdamarımız neden kara kan damarımız kadar buyruğumuzda olmasın?..''

KAYNAK:

19 Aralık 2008 Cuma

Eylem*


(istanbul eylemi 14:30'da taksim meydanı'nda)





*Bir durumu değiştirme veya daha ileriye götürme yönünde etkide bulunma çabası. (tdk)

17 Aralık 2008 Çarşamba

Lustral & Uza Devim*









* UZA DEVİM (tdk tanımı): Fiziksel etkili medyumların gerçekleştirdiği öne sürülen olaylardan biri olan, nesnelerin dokunulmaksızın hareket edişi, telekinezi.




4 Aralık 2008 Perşembe

26 Kasım 2008 Çarşamba

İçimizdeki Maymun


'' bir röportajda, helena bonham carter'a maymunlar cehennemi'ndeki ari rolüne nasıl hazırlandığı sorulduğunda, sadece içindeki maymunla temasa geçtiğini söylemiş. o ve diğer oyuncular, maymun duruşlarını ve hareketlerini öğrenmek için maymun akademisi denen bir yere gitmişler, ama ufak tefek bonham carter bir şempanzeyi oynamış olsa da bence onun kendi içinde bulduğu şey duyarlı bir bonoboydu. bu iki maymun türü (şempanzeyle bonobo) arasındaki tezat, bana psikologların HÇ ve HA kişilikler arasında yaptığı ayrımı hatırlatır. HÇ 'hiyerarşi-çoğaltıcı'nın kısaltması, kanuna ve düzene, herkesi yerinde tutmak için sertlik kullanılması gerektiğine inanan kişilikler için kullanılıyor. öte taraftan HA 'hiyerarşi-azaltıcı'nın kısaltması ve oyun alanında eşitliği tesis etmeye çalışan kişilik manasına geliyor. asıl sorun hangi eğilimin daha arzulanır olduğu değil çünkü ancak ikisi bir arada olduğunda bildiğimiz şekliyle insan toplumunu yaratıyorlar. toplumlarımız bu iki tipi dengeliyor; ya ceza mahkemeleri gibi daha HÇ kurumlar ya da sivil hak hareketleri ve fakirlere yardım kuruluşları gibi daha HA kurumlar tesis ediyorlar. herkes bu tiplerden ya birine ya diğerine eğilimli, hatta bütün bir türü bile böyle sınıflandırabiliriz; şempanzeler daha HÇ, bonobolar daha HA. acaba biz insanlar bu iki maymunun melezi gibi mi davranıyoruz? gerçek melezlerin davranışı hakkında fazla bir şey bilmiyoruz ama biyolojik olarak mümkün ve böyle melezler mevcut. kendine saygısı olan hiçbir hayvanat bahçesi, soyu tehlikede olan iki primatı çapraz üretmez ama gösterilerinde tuhaf sesli maymunları kullanan bir gezici fransız sirki varmış. bu maymunların şempanze olduğu düşünülüyordu ama uzman bir kulak için bağırışları bonobolar kadar tizdi. sonradan anlaşıldı ki, sirk uzun zaman önce farkına varmadan congo adında bir erkek bonobo edinmiş. hayvan terbiyecisi çok geçmeden erkeğin doymak bilmez cinsel dürtüsünün farkına varmış ve iyi bir gösteri sunduğunda, sirkin hepsi şempanze olan dişi maymunlarıyla cinsel ilişkide bulunmasına izin vererek bunu sömürmüş. bunun sonucunda ortaya çıkan melezler çok daha kolay dik yürüyor ve uysallıkları, duyarlılıklarıyla herkesi şaşırtıyorlarmış. belki de bu melezlerle çok şey paylaşıyoruz. içimizde bir değil iki maymun barındırmak gibi bir şansımız var; kendimize dair, son yirmi beş yıldır biyolojinin bize sunduğu imgeden çok daha karmaşığını inşa etmemize imkan sağlıyorlar. tümüyle bencil ve kötü olduğumuz, ahlakımızın bir yanılsama olduğu görüşü, değiştirilmeye muhtaç. benim de savunduğum gibi temelde maymunsak ya da en azından, her biyoloğun savunduğu gibi maymun soyundan gelmişsek, en bayağısından en asiline bir eğilimler bütünüyle doğuyoruz. ahlakımız, hayal gücümüzün bir ürünü olmak şöyle dursun, rekabetçi ve saldırgan tarafımızı şekillendirmiş olan aynı seçme sürecinin bir ürünü.

darwinci bakışa gücünü veren şey, başarısız genotiplerin elenmesi yoluyla böye bir mahlukun ortaya çıkmış olabileceği iddiasıdır. bu süreci, ürünleriyle karıştırmaktan uzak durabilirsek dünya üzerinde yürümüş, en iç çatışmalı hayvanı görürürüz. hem çevresini hem de kendi türünü inanılmaz bir biçimde yok edebilen, yine de engin bir empati sahibi ve şimdiye kadar hiç görülmemiş ölçüde sevmeyi bilen bir hayvan. bu hayvan bütün diğerlerine baskın çıkmışsa, aynaya dürüstçe bakması ve hem karşısında duran can düşmanını, hem de daha iyi bir dünya inşa etmek için yardıma hazır baş müttefikini tanıması çok önemlidir. ''


kaynak: içimizdeki maymun sy.234-235 - frans de waal
(metis yayınları'nın eylül 2008 tarihli birinci basımından alıntıdır)

20 Kasım 2008 Perşembe

Fikir Şeması

temel bileşenler;
-girdi
-alt (geçmiş girdiler)
-üst (evren, varoluş)
-çıktı
-tüm bu bileşenlerin vuku bulduğu alan olan 'zihin'

a) girdi; şu an için yazmakta olduğum bu cihaz dahil odamdaki şeyler vs. genel olarak fiziksel ve zihinsel bağlamda bünyeye etki eden şeyler. bedensel örnekleri besin, sigara-alkol, haplar... zihinsel olarak uyku hariç her an girdiye maruz kalınır. uyku haricinde meditasyon yaparken minimum girdi söz konusudur. meditasyon; uykuyla uyanıklık arasında tampon bölge gibidir, ayrıca yukarıdaki bileşenlerin ayrı olduğu yanılsamasını kıran bir bütünlük hissi verdiği için önemlidir. girdi'nin en karmaşık unsuru diğer insanlardır; tüm duyular ve zihin aynı anda devreye girdiği için en komplike ve en çok odaklanılması gereken yaşamsal unsur insan ilişkileridir. özellikle de ikili ilişkiler. bunun dışında diğer insan yapımı unsurların da hepsi dikkat gerektirir. dikkatin önemini yitirdiği yegane girdi ortamı doğadır, bunun yanısıra evcil hayvanlar da hem doğadan bir parça oluşu hem de saldırganlıklarının törpülenmiş oluşu sebebiyle esnekliğe zemin hazırlarlar. girdi'lerin kişisel dökümünü yapmaya gelince temel mekansal unsurlar; ev ve şehirdir. ev ortamını, 'ev: beden ve zihin mekanı' adlı denememde irdelediğim için tekrara gerek yok. şehir ise karmaşık bir ortam... örneğin istanbul; doğal ortamları haricinde genelde keşmekeşin hakim olduğu bir kent. bu keşmekeşte maddiyat önemli bir unsur. parayla vakit geçirilen mekanlar ve para gerektirmeyen mekanlar olarak ikiye ayırılabilir şehir yaşamı. şehirden tüm insanları buharlaştırdığımızı düşünelim; geriye güncel mekanlar hariç doğa (boğaz) ve tarihi eserler (başta sultanahmet) kalır ki para gerektirmeyen veya cuzi miktarda para gerektiren mekanlardır. diyelim boğaz boydan boya gezildi, tadına varıldı, tüm tarihi eserler incelendi. o zaman güncel devreye girer; sinemalar, tiyatrolar, modern sanat müzeleri ve tabii kütüphaneler (araştırma söz konusuysa güncelliği tartışılır), kitabevleri. filmler, oyunlar, sergiler izlendi; kitaplar özenle seçilip okundu diyelim... geriye müzik odaklı mekanlar kalır. işte orada insan faktörü devreye girer; konser ve canlı müzik ortamları genelde sosyalleşerek tadı çıkan bir zaman geçirme şeklidir. en sevilen grup bile konserdeki tek kişiyseniz tad vermeyebilir zira müzikte aura önemlidir. şehir yaşamanın daha kişisel boyutu ise insan ilişkileriyle ilintilidir. yukarıda bahsi geçen şeyleri yaparkenki ilişkilerden ziyade misafirlik veya farklı daireleri paylaşılan apartmandaki komşuluk mefhumu devreye girer. birinin evine gidilir veya birileri ağırlanır...

b) alt; çeşitli kavramlarla ifade edilebilir ancak kabaca bilinçdışıdır. meditasyon hariç, uyku dahil her an maruz kalınması söz konusudur. uyumadan önce meditatif bir moda girmek iyi bir uykunun anahtarlarındandır. gün içerisinde ise girdi'ler, bilinçdışının bilince çıkabilen bölümü olarak adlandırılan bilinçaltını uyarır ve girdi ile alt kombinasyonu oluşur. yahut bir odanın içerisinde otururken bulunulan ortamla alakasız olarak alttan bir takım şeyler zihni meşgul eder. her iki durumda da zihnin duru oluşu, özellikle zihin-alt kombinasyonundan sağlıklı çıktılara vesile olur.

c) üst; benim varlığım dahil, duyularımla algılayabildiğimin çok ötesinde bir enginliği olan tüm bu varoluş, ya da bilimsel veriye dayanarak evren. gündelik hayatın içerisinde kavramanın en yakın yolu meditasyon-tefekkür halidir. bunun dışında korkuların en uç noktası olan agoni; ölüm ve sonrasına dair belirsizliğin temel kaynağını teşkil ettiği can çekişme süreci. ama ölüm ve acının olmadığı bir insan hayatı söz konusu olsa dahi, üst kavramı, en büyük gizem olarak her daim kalacak.

d) çıktı; girdi, alt ve üst kavramlarının tümünün etkilediği zihnin, genel anlamıyla insanın dışavurduğu her şey. öncelikle davranışlar, sonrasında gündelik olarak en çok kulanılan yol olan konuşma ve dilin yetmediği yerde devreye giren başka dışavurum yöntemleri.

e) zihin; tüm bu kavramların ortak noktası. bilincin de dahil olduğu mefhum. temelde yer aldığı için özellikle üstünde durulması gerekir zira girdi, alt ve üst kavramları, insan zihninin kritik bölgesi olan bilinç'ten ayrı ele alındığında bir anlam ifade etmez. ayrıca yine girdi-alt-üst senteziyle vuku bulan çıktı da zihin vasıtasıyla ifade edilir. zihnin durumunu üçe ayırıyorum; zihinsel ölüm, zihinsel hastalık ve zihinsel doğum (bkz. 'geçmişin tahavvülü' başlıklı yazı). zihinsel doğumun ötesi ise teorinin temel bileşenlerinin ayrı segmentler olmaktan öteye geçerek bir çember teşkil etmeleri vesilesiyle ortaya çıkan kozmik bilinç durumu (en uç noktaya varılınca zihnin merkezine yerleştirdiğim ve bu teorinin de merkezini teşkil etmesi dolayısıyla çemberin merkezi olan ölüm noktası) ancak bu zihinsel düzey insanlık tarihinde sadece bir kaç kişi tarafından deneyimlenmiş olduğundan ve bu insanlar tekrar zihinsel doğum düzeyine dönerek insanlara çıktı verme yolunu seçtiklerinden temelde bir önem arz etmiyor çünkü bu çıktıların hemen hepsi temel olarak soyutlamalardan ibaret. benim önemsediğim ise gündelik ve haliyle pratik yaşamda bilinçli bir zihinsel yapıyla -zihinsel doğumu deneyimlemiş olarak da denebilir- sağlıklı çıktılar ortaya koyabilecek bir zihnin ifade edilişini sağlamak...


dipnot: ''Teorinin sırrı hakikatın var olmamasıdır. Hakikatle yüzleşemezsiniz. Yapabileceğiniz tek şey bir çeşit fikir verici mantıkla oynamaktır. Hakikat artık ele geçirelemeyecek bir alanı oluşturmaktadır.'' (jean baudrillard)

6 Ekim 2008 Pazartesi

Dia


DİA = ks. DEVLETİN İDEOLOJİK AYGITLARI

özgün adı "idéologie et appareils idéologiques d’etat'' olan, louis althusser'in ilk kez 1970'de yayımlanan ünlü metninin dillere pelesenk olan adı. bu metin tam adıyla; "ideoloji ve devletin ideolojik aygıtları" olarak türkçe'ye çevrilmiştir. aşağıda bu meşhur makaleye dair google'da bulabildiğim en iyi özet olması sebebiyle, değerli bir ekşisözlük yazarının şukela bir entrisi var. ilk bölümde 'devletin ideolojik aygıtları', ikinci bölümde ise 'ideoloji' ele alınmış. yukarıdaki görselin ise kaynağını hatırlamıyorum ama özeti okuyanların sarsılabilme ihtimaline karşı uyarı mahiyetinde koydum. hayatından memnun olanlara önerilmez... ha aklıma gelmişken sorayim; niye bir görsel ve bir yazıyı birleştirip yayınlıyorum da özgün içerik üretmiyorum? soruya cevap verene dek (sanırım bu durumun kökeni çocukluğa dayanıyor... bilimum dergi görseliyle -fotoğraf, illüstrasyon vs.- gazete haberlerinin, yazılarının birleştirilmesi suretiyle doldurulan ajandaların, defterlerin bir yansıması. ör; michael jordan'ın bir dergiden kesilmiş fotosuyla, gazetedeki bir jordan haberinin kesilmesi ve aynı defter sayfasında birleştirilmeleri vb.) blog'un son içeriği bu sayfa olacak ancak arşivde bir kaç özgün yazı olduğunu da hatırlatma gereği duydum. son olarak: yaşasın kesyap! (yazar burda 'kolaj' demek istedi)



'' louis althusser 'ideoloji ve devletin ideolojik aygıtları' adlı çalışmasıyla klasik marksist devlet teorisini zenginleştirmek istemiş ve bunu büyük ölçüde başarmıştır. marksist devlet teorisinin temel kabulleri şöyle sıralanabilir:
1. devlet egemen sınıfın baskı aracıdır.
2. devlet iktidarını devlet aygıtından ayırmak gerekir.
3. sınıf mücadelelerinin hedefi devlet iktidarıdır.
4. proleterya, varolan burjuva devlet aygıtını yıkmak ve bu ilk aşamada onun yerine bambaşka bir devlet aygıtı koymak ve ilerki aşamalarda radikal bir süreci, devletin yıkılma sürecini başlatmak için devlet iktidarını elde etmelidir.
5. hükümet, yönetim, ordu, polis, mahkemeler, hapishaneler vb. devletin baskı aygıtlarıdır.

işte althusser tam da bu noktada marksist teoride varolan devlet iktidarı-devlet aygıtı ayrımının yanında devletin baskı aygıtları-devletin ideolojik aygıtları (dia) şeklinde bir ayrım daha yapılması gerektiğini belirtmektedir. althusser'e göre belli başlı dia'lar şöyle sıralanabilir:

dini dia (değişik kiliseler sistemi), öğretimsel dia (değişik, özel ve devlet ''okullar''ı sistemi),
aile dia'sı, hukuki dia, siyasal dia (değişik partileri de içeren sistem), sendikal dia,
haberleşme dia'sı (basın,radyo-televizyon vb.) ve
kültürel dia (edebiyat, güzel sanatlar, spor vb.)

söz konusu dia'ların devletin baskı aygıtlardan ayrıldığı temel nokta ise şudur:
''devletin baskı aygıtı 'zor kullanarak işler' oysa dia'lar 'ideoloji kullanarak işlerler''. aslında althusser'in de belirttiği üzere hem baskı aygıtı hem de dia'lar zor ve ideoloji kullanırlar. ancak ayrım öncelik sırasında yatmaktadır. devletin baskı aygıtı zora öncelik verip ideolojiyi ikinci planda tutarken, dia'lar için ideolojiler birinci plandadır. bu dia'ların temel işlevi ise kapitalist sömürü ilişkilerinin yeniden üretimidir.

althusser'in ideoloji ve devletin ideolojik aygıtları çalışmasında ideolojinin doğasına ilişkin ileri sürdüğü temel tezleri üç ana başlık altında toplanabilir.

1. ideoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerin bir ''tasarım''ıdır: bu tez,klasik marksist ideoloji teorisinde bulunan ideolojiyi bir yanılsama,katıksız bir rüya olarak görme eğiliminin terkedilmesine işaret eden önemli bir açılım getirmektedir. althusser için ideoloji gerçekliğin bir temsili değildir. o burada insanlarla varoluş koşulları arasında yaşanan hayali ilişkiye dikkat çekerek bir anlamda ideolojilerin doğruluğu ya da yanlışlığı gibi bir nitelemenin söz konusu olamayacağını vurgulamak istemektedir. althusser'in bu çabası onun ideolojinin maddiliği vurgusu ile örtüşmektedir.

2. ideolojinin varoluşu maddidir: althusser bu tezi ile yine ideolojiyi salt ekonomik pratiğin bir uzantısı olarak gören indirgemeci ideoloji anlayışından ayrılır ve ideolojinin de bir belirleyicilik etkisi taşıdığına işaret eder. bu belirleyicilik etkisi yani ideolojinin maddiliği kaynağını ideolojinin belirli aygıtlar ve pratikler içinde gerçekleşmesi gerçeğinde bulmaktadır. althusser bu noktada pascal'ın örneğinden yararlanır: ''diz çökün, dudaklarınızı dua ederek kıpırdatın, inanacaksınız.''

3. ideoloji bireyleri özne olarak adlandırır: althusser'e göre özne kategorisi her ideolojinin kurucu kategorisidir ve özne kategorisi her ideolojinin kurucu kategorisiyse bu, her ideolojinin (her ideolojiyi tanımlayan) işlevinin somut bireyleri özne haline getirmek olmasındandır. althusser'in bu tezi de ideolojinin maddiliği noktası ile örtüşmektedir ve bir ''çağırma-adlandırma'' pratiğinin işleyişine göndermede bulunur. althusser burada örnek olarak bir polisin ''hey siz oradaki!'' seslenişiyle seslenildiği-çağrıldığı yere dönen bireyin bu basit fiziksel dönüşle birlikte özne olmasını verir. burada birey çağrılanın kendisi olduğunu tanır. althusser bu noktadan hareketle ideolojinin varoluşu ile bireylerin özne olarak çağrılmalarının veya adlandırılmalarının bir ve aynı şey olduğunu söylemektedir.

louis althusser tüm bu tezlerini ideolojinin ebediliği varsayımına dayandırır. buna göre; genel olarak ideolojinin tarihi yoktur, ideolojilerin tarihi vardır. althusser'in bireylere hiç bir direnme veya mücadele olanağı vermeyen/vermediği iddia edilen yapısalcı modeline yapılan onca saldırıya rağmen bu modelin ideoloji tartışmaları açısından büyük bir dönüm noktası olduğu açıktır.''

KAYNAK: ekşisözlük (gofret beyin, 17.02.2008)
not: entrinin başlığı 'ideologie et appareils ideologiques d etat'

29 Eylül 2008 Pazartesi

12 Eylül 2008 Cuma

Şer

''Psikanaliz, bu yazıda keşfetmeye çalıştığım ‘kurumsallaşmış şer’in psikolojik alanını aydınlatabilir mi? Benim izlenimime göre psikanalistlerin çoğu, birey ya da grup davranışını tanımlarken şer terimini kullandıklarında, çoğu zaman onu zulüm, şiddet ve yıkıcılıkla eşanlamlı olarak kullanıyorlar. Psikanaliz, şerrin kökeni ya da insan yıkıcılığının kaynakları hakkında bir içgörü sağlayabilir mi? Bir anahtar, saldırganlığın kavramsallaştırılmasında bulunmaktadır. Freud son yıllarında, dünyanın hemen her yerinde varolan şiddeti açıklayabilmek için, ölüm içgüdüsü olarak adlandırdığı, doğuştan gelen yıkıcı bir içgüdü terimini öne sürmüştü. Bu içgüdünün insan ruhunda egemenlik kurmak için yaşam içgüdüsü ile rekabet ettiğine inanıyordu. Freud’dan bu yana psikanalistler, yıkıcı şiddet potansiyelinin kaynağı olarak gördükleri bu saldırganlığın doğası ve temelleri hakkında kuramsal varsayımlarda bulunuyorlar. Onu izleyen kuşaklarda birçok psikanalist ölüm içgüdüsü ya da dürtüsü fikrini kabul etmese de, doğuştan gelen saldırganlığın, kendiliğe ya da diğerlerine karşı yıkıcı biçimde harekete geçirilebilecek bir güç olduğuna inananlar ve saldırganlığı çevredeki yoksunluklar ve engellenmelere bir tepki olarak görenler arasında bir tartışmayı başlatmıştır. Saldırganlık, bu ikinci görüşü savunanlarca, yaşamın ilk yıllarında bebek/ebeveyn ilişkilerindeki kaçınılmaz ruhsal örselenmelere, uyumun bozulması ve narsisistik yaralanmaya karşı bir savunma tepkisi olarak görülmektedir. Kendilik ya da nesneye karşı uygulanan şiddet, katlanılamayan içsel psişik yaşantıları yok etme girişimi olarak anlaşılmaktadır.

ŞER’E DEĞİŞİK BAKIŞLAR
Melanie Klein ve Klein sonrası bakış açılarına göre, insanda saldırganlık içgüdüsü doğuştandır. Yaşamın başlangıcından itibaren var olan taşıyıcı/taşınan (container/contained) ilişkilerinin varlığı ve doğasına bağlı olarak yaşam döngüsü boyunca sosyal çevre tarafından pekiştirilmesiyle yıkıcı ya da yapıcı biçimde sürdürülebilir. Bu bakış açısı beni ikna etmiştir. İnsana ilişkin bu psikanalitik bakış, kıskançlık, hırs ve nefret gibi ilkel saldırganlık duygularının bütünleştirilmesi ve çözümlenmesini kolaylaştıran çevresel olanakların varlığı ile bireylerin onarıcı suçluluk ve başkalarının iyiliğini düşünme kapasitesine ulaşacaklarını varsaymaktadır. Michael Rustin’in öngördüğü gibi, Kleincı görüş temelde sosyal ve ahlakidir ve buna göre insanlar sevgi, ilgi ve başkaları için sorumluluk hissetmenin temelini oluşturan ‘olumlu’ duygular için gerekli olgunluk kapasitesine ulaşma potansiyeline sahiptirler. Ben, şerrin bu olumlu duyguları besleyebilecek bir çevrenin oluşturulması ve korunmasına saldırıda bulunan herhangi bir güç olarak yorumlanabileceğini düşünmekteyim. Psikanalist Stephen Diamond’un şer tanımını paylaşıyorum. Ona göre, şer “aşırı kişilerarası saldırganlık, zalimlik, düşmanlık, diğerlerinin bütünlüğüne aldırmazlık, kendi-kendini tahrip etme, psikopatoloji ve genelde insanın felaketine yol açacak düşünceler ve davranışlar”dır. Psikolog Erwin Staub, şerrin temelinin insanların tahrip edilmesi olduğunu ve bu yıkıcılığın “sadece öldürmeyi değil, insanların onuru, mutluluğu ve temel maddi gereksinmelerini karşılama yeteneklerini oluşturan koşulların tehlikeye sokulmasını da içerdiğini” söyler. Şere ilişkin bu tanımlamalar, terörist rejimler ve onların yerini beceriyle alan seçilmiş hükümetlerin yönetiminde yaşayanların çoğunun hayatını karakterize eder. Politik baskı koşullarının uygulanmasından sorumlu gruplar kendi sınıflarının ilgi alanı içinde hareket etmektedirler ve bu kendi politikalarının gerçek doğası ve amacının inkâr edildiği psikolojik durumlarla kolaylaştırılır. Hepimizin göreceği gibi, Kleincı açıdan bakıldığında, ideolojik görüşlerinin, inkâr, bölme ve yansıtma savunma düzenekleri ve kendi saldırganlıklarını farkedememe ya da suçluluk, yas ve onarma yaşayamama ile karakterize bir paranoid-şizoid durum içinde hareket etmelerini sağladığını göstermektedir. Hanna Segal, bu savunma düzeneklerinin “narsisistik, kendini-idealleştiren ve diğer gruplarla ilişkilerinde paranoid olma eğiliminde olan” gruplarda artacağına dikkati çekmektedir. Segal, topluluk yaşamında ve bireylerde nefret ve korku döngülerinin görülebileceğini söyler. İlkel inkâr savunma düzeneği grubun kendi saldırganlığının gerçekliğini bilmesine engel olduğunda, bu saldırganlığın gerçek ya da hayali bir düşmana yansıtılması gerekliliği ortaya çıkar. Böylece hedef, insan olarak görülmemeye başlanır (dehumanisation), küçümsenebilir ve sonra da ona saldırılabilir.

SERMAYENİN TEHDİDİ
Sermaye ve kârın birikimini kullanan gruplar, Bion’un gerçeğin sınırlarının fark edilmesi ve insanın nesnelerini sosyal terimlerle kontrol etmesi şeklindeki narsisistik gereksinimlerine tolerans gösterememeden kaynaklanan tümgüçlülük olarak gördüğü şey temelinde yürümektedir. Bu nesneler pazarlar, mallar, kâr, işçiler, kaynaklar ve sermayeyi içerir. Dahası, iş ve devletin şirket küreselleşmesinin olumlu etkisine ilişkin tanımlamalarının onun gerçek etkisini önemli ölçüde çarpıttığı anlamında bu tür bir omnipotans gerçeğin kendilik ilgisinin gerisinde yer almasını temsil eder. Bu anlamda, kâr alma merakının ortaya çıkardığı büyük eşitsizlik yeterince şerridir. Ancak şerrin daha fazla dikkat gerektiren başka bir yönü ise tüm reddedilemez verilere karşın egemen sınıfların, insanların ve evrenin şirket küreselleşmesinin şiddet yüklü saldırısını sürdürememesinin arttığını gösteriyor olmasını sürekli olarak inkâr etmeleridir. Birleşik Devletler, Dünya Para Fonu, Dünya Bankası ve Latin Amerika seçkinlerinin düzeni bozma, küçültme ve özelleştirme stratejileri küçük bir azınlık için yüksek kâr elde etmeyi amaçlamıştır. Bu süreç, her yıl sağlık, eğitim ve hatta yiyecek ve su gibi temel gereksinim maddelerinin çalışan insanların erişim alanının gittikçe daha fazla uzağında kalmasını garantilemektedir. Dahası, bu politikalar arkasındaki alanda tamamen kurutulan ve batırılan tarım arazileri ve Birleşik Devletler ve Avrupa’da yasaklanan haşare ilaçları ve kimyasal gübreleri çok fazla kullandıkları için hasta olan işçiler bırakıyor. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü’nün kara listesinde yer alan 200’ün üstünde böcek ilacı Uruguay’da serbestçe kullanılıyor. Uruguay şimdi dünyada kanser oranı en yüksek olan ülkelerden biri. Şili’nin ihracata dayalı ekonomisi ormansız tepeler, balıkların tükendiği kıyılar ve kimyasal madde dolu tarlalar ile sonuçlandı. Kimyevi gübrelerin rasgele kullanılması tarla işçilerinin yeni doğan çocuklarında tehlikeli oranlarda sakat doğumlara neden olmaktadır. Meksika, El Salvador, Kosta Rika ve orman alanına dayalı karmaşık bir ekolojiye sahip diğer ülkelerdeki tüm bölgeler, uluslararası sermayenin ileriyi görmeyen sömürücü pratiklerinden dolayı, tarımsal üretimde kullanılamayacak terkedilmiş alanlar haline geldi. Bazı bölgeler o kadar harap oldu ki, tüm yerel su kaynakları ya kirlendi ya da tamamen yok oldu.

İLERLEME ADINA...
Psikanalistlerin şerin nasıl anlaşılacağı ve onunla nasıl yüzleşileceği ile ilgilendiği gibi, biz de sadece Latin Amerika’da değil, dünyada bu tarihsel zamanda karşılaştığımız katlanılabilir yaşama karşı olan gerçek tehdidi kendi kendimize sindirmeliyiz. Yıllar önce Eric Fromm öngörülü bir uyarısında şöyle yazmıştı: 'İnsan ilerleme adına dünyayı kokuşmuş ve kirli bir yere dönüştürüyor ve bu sembolik değil. Havayı, suyu, toprağı, hayvanları ve kendisini kirletiyor. Bunu o derece yapıyor ki yüzyıl sonra dünyanın hala yaşanabilir olup olmayacağı şüphelidir. birçok protestocuya rağmen, yönetimde olanlar teknik ilerlemenin peşinden koşarlar ve taptıkları idolün prestiji için tüm yaşamı feda etmek istiyorlar.'Psikanalistler gibi, bizim de bu büyük şer konusunda yazma kapasitesi ve zorunluluğumuz olduğuna inanıyorum. Psikanalitik bilgimizi bizi tehdit eden bilgiye karşı bir savunma durumu olan paranoid-şizoid bir durumda inkâr ve çözülme gibi savunmalara başvurmamız ile yüzleşmede kullanabilir miyiz? Güçlü karmaşık ve sosyal güçler karşısında incinebilirlik ve çaresizlik yaşantımıza katlanmayı ve insan hakları ve dünya üzerine yapılan şiddet saldırılarını onarmak için diğerleri ile birlikte hareket etmenin ve gerçeği farketmenin hizmetinde ona dayanmayı istiyor muyuz? Bana öyle geliyor ki, depresif durumda başkaları için sevgi, ilgi ve sorumluluk duymanın temelini oluşturan “olumlu” duygulara ulaşma potansiyeli için bir taşıyıcı sağlayan sosyal ve fiziksel çevrenin oluşturulabilmesi için böyle bir bakış gereklidir.''

KAYNAK: Nancy Caro Hollander - BirGün Gazetesi
(Yazarın, ‘Üniformanın Altındaki Takım Elbise: Şer Ortaklığı’
adlı makalesinin bir bölümünün Nursen Oral tarafından çevirisidir.)

11 Eylül 2008 Perşembe

Yabancılaşmış Bilinç

''İnsan bilinci sürekli dönüşen bir yapı ortaya koyuyor. Bu bilinçte dönüşen şeyin özü ne dersek, bu dönüşen şeyin adı, elbette kavramlar. Kavramlar dediğimiz şey de bilgi birimleridir ama bunlar salt nesnel bilgiler gibi düşünülmemelidir. Aynı zamanda bunlar duygu yükleri de olan bilgi birimleri olarak da düşünülmelidir. Mesela bir elma kavramı benim için bir bilgi sorunudur elbette ki ama benim özellikle geçmişimle ilgili olarak elmayla olan ilişkilerim ona ayrıca bir duygu yükü yüklememi getiriyor. Diyelim ki ben denizden korkan bir insansam, deniz kavramının duygu yükü bende olumsuz oluyor. Ama bir deniz tutkunuysam denizin duygu yükü çok daha sevinç yüklü, istek dolu oluyor. Demek ki kavramlar yalnızca nesnel bilgi birimleri değil aynı zamanda öznel bilgi birimleridir. Tabii bunu, tek bir bilinç için, bireysel bilinç için düşünüyoruz. Yoksa kavramların bütün bilinçlerde ortak bir duygu yükü vardır demek abes olur. Kavramlar yaşamın dönüşmesiyle dönüşüyorlar. Yani yaşam sürekli dönüştükçe bizim yaşamla ilgili bilgilerimiz de değişiyor. Fakat yaşamla ilgili bilgilerimizin değişmesi, yaşamı dönüştürmemiz için bir temel dayanak oluyor. Yani hiçbir zaman yaşam bilinci belirler ama bilinç yaşamı belirlemez diye bir düşünce koyamayız, bu çok yanlış olur. Yaşam ve düşünce arasında sürekli bir etkileşim vardır. Hem ben yaşamı dönüştürüyorum hem de yaşam beni dönüştürüyor. Ama bende dönüşen şey kavramların kendileridir. Demek ki her kavram, tarihselliğiyle kavramdır. Bireylerin bilincinde tarihselliğiyle kavramdır her şeyden önce. Ama genel olarak kavramların nesnel içeriklerine baktığımız zaman, yani onları ortak bilinç açısından ele aldığımız zaman ortak dönüşüm koşullarının da var olduğunu görüyoruz. Yani sağlıklı her bilinçte sorduğumuz bazı sorular benzer yanıtlar getirecektir. Diyelim ki, 'Aydınlanma nedir' diyorsam, bilinçli bir insanın bana yanıtı, 'Aydınlanma 18. yüzyılda Fransa'da ortaya çıkan ve yetkeye karşı kendini ortaya koyan bir düşünce biçimi' olacaktır. Bir başkası yine buna yakın bir tanımda bulunacaktır, ama biri çıkıp derse ki, 'Aydınlanma Newton'la başlamıştır', bu saçma olacaktır. Demek ki, kavramların bana göre olan yapılarıyla toplumsal bilinçteki ya da evrensel bilinçteki yapıları arasında büyük bir ayrılığın büyük bir çelişkinin olmaması gerekiyor. Ama hepimizin zihninde bütün kavramlar aynı dolgunlukta olmaz. Bir gemicinin kafasındaki gemi kavramıyla benim kafamdaki gemi kavramı aynı dolgunlukta değildir ya da bir baleci pasdedeux dediği zaman ne anlıyorsa ben pasdedeux dediğimde onun anladığının ancak onda birini anlıyorumdur. Ama önemli olan nedir? Önemli olan her ikisi arasında temelde çelişkinin bulunmamasıdır. Yani ikimizin bunlardan başka şeyler anlamamasıdır. Eğer ikimizden biri bunlardan başka şeyler anlıyorsak ki başka bir şey anlayan benim olmam gerekir, daha az bildiğime göre, o zaman da pasdedeux kavramını doğru oluşturmamışım demektir. Zihnimizde oluşan bütün içeriği bozuk kavramlar, zihnimizde bozucu etkiler taşırlar. Bozuk ya da yetersiz bilinç dediğimiz şey bozuk kavramlarla oluşturulmuştur. Buna açık açık yabancılaşmış bilinç de diyebiliriz.''

KAYNAK: Afşar Timuçin'in Mavi Defter'le söyleşisinden bir kuple.

Felsefenin Zorluğu

''Çok kötü eğitiliyoruz ve zihnimiz felsefeyi kavrayabilecek bir yapıda olmuyor.
Oysa felsefe çok kolay bir alan, diğer alanlar gibi...
Yeter ki eğitim koşulları bizim zihnimizi ona göre şekillemiş olsun.
Bütün dünyada da, ama özellikle bizim ülkemizde temel kavram eğitimi
çok kötü veriliyor. Yani bir adam okudukça cahilleşiyor. Hatta okumasa
daha iyi olur, hiç olmazsa cehaleti sınırlı kalır diyebiliyorsunuz.
Yüksek lisanstan mezun olduğu zaman da zaten iflah olmaz hale geliyor,
iyice sapıtıyor. Böyle bir zihnin felsefe yapabilmesi kolay değil.
Felsefe zor diyorlar. Hayır değil, hatta hep dediğimiz gibi bir sevinç.
Ama kafa iyiden iyiye bozulmuşsa, yabancılaşmış bir bilince sahipsek
orda felsefe yapmamız olası değil. Onun için zihni felsefeye hazırlamak gerekir
ya da bozulmuş bir zihni olabildiğince felsefeyi kavrayabilecek biçimde yeniden
düzenlemek gerekir. Yani kavram içeriklerini yeniden gözden geçirmek gerekir.
Sadece kendini bilen kişi, kavram içeriklerini kendiyle hesaplaşarak,
sürekli yenileyecek ve doğrulayacaktır.''

KAYNAK: Afşar Timuçin'in Mavi Defter'le söyleşisinden bir kuple.

7 Eylül 2008 Pazar

Elm Sokağı Kabusu

wes craven'ın ilginç bulduğu bir gazete haberinden ilham alarak yazdığı senaryoyla başlamış her şey. nihayetinde toplam sekiz filmlik bir seri ortaya çıkmış durumda ancak filmlerin kalitesinden çok 'freddy krueger' karakteriyle meşhurdur elm sokağı; aynen diğer popüler korku serileri olan '13.cuma'nın jason'ı ve 'halloween'in michael myers'ı gibi freddy de içinde olduğu filmi gölgede bırakmıştır. izlenip yıllar geçince bir elm sokağı kabusu filminin üzerinden, diğer ayrıntılar silinip gider, freddy'nin kahkalarıysa hala yankılanmaktadır kulaklarda... aşağıda serinin tüm filmleri hakkında bilgiler, freddy'nin doğumundan ölümüne geçmişiyle ilgili ipuçları var. bu kısacık girizgah hariç aşağıdaki tüm yazıların kaynağı ekşisözlük'tür. en altta ayrıntılı açıklama mevcut. işte özgün adı 'a nightmare on elm street' olan, bizde elm sokağında kabus veya elm sokağı kabusu adlarıyla bilinen serinin filmleri:

1. nightmare on elm street
2. nightmare on elm street 2 - freddy's revenge
3. nightmare on elm street 3 - dream warriors
4. nightmare on elm street 4 - the dream master
5. nightmare on elm street 5 - the dream child
6. freddy's dead the final nightmare (nightmare on elm street 6)
7. new nightmare (nightmare on elm street 7)
8. freddy vs. jason


-----------------SERİNİN AYRINTILARI--------------------

freddy 'nin rüyalardan gerçek hayata taşınması fikri serinin
ilk filmde ortaya atılmış olup, bu iblisin öldürülebilme yöntemi olarak
gösterilmesine rağmen, sonuç negatif olmuştur. serinin diğer filmlerinde de
öldürülemez bir iblisle karşı karşıyayız ama bu ilk filmin özelliği freddy'nin
gerçekten çok görünmeden ve korku unsurlarını çok fazla dejenere ve
suistimal etmeden kullanılmış olmasıdır. kanımca 2. filmde de benzer bir kalite
ve samimiyet vardır. 3. den sonra artık ööeeh ler başlıyor tabi.

-----

hikaye çok güzel olmasına rağmen, kurgu genellikle boktan, senaryolar da falso dolu.
"bişiler çekelim satalım para kazanalım, nasısa freddy sağlam oldu,
bi iki geyik yaptırırız götürürüz" mantığıyla çekilmiş serinin devamı,
bunu wes craven da kabul ediyor. 3.bölüm hariç diyor gerçi.
daha iyi bir kurgu ve daha iyi senaryolarla, freddy krueger;
sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük kötü karakteri olabilirdi, olamadı.
yaratıcısı wes craven "bana kalsa a nightmare on elm street 1'i çeker bırakırdım,
hadi bilemedin 3. bölümü de 2. olarak çeker seriyi orda bırakırdım,
gerisi gereksiz oldu" demiştir.

-----

new line cinema yı new line cinema yapan seri. efendim new line bu filmi yapana
kadar 3. sınıf bol kanlı ucuz korku filmlerini zar zor hayata geçirebilen ,
bir apartman dairesini ofis olarak kullanan , 3-5 kişinin herşeyi yapmak
zorunda olduğu meteliksiz ama sinema aşığı bir topluluktan oluşmaktaymış.

paraları yokmuş ama ne tutar , hangi projede gelecek var hususnda geleceği
gören bir vizyona sahiplermiş. wes craven filmden yıllar önce ny times da
okuduğu rüya görürken çığlıklar içinde uykusunda ölen ve doktorların hiçbir
tıbbi sebep bulamadıkları bir ölüm vakasının haberini okuduktan sonra
serinin öyküsünü ve sonrasında senaryosunu yazar.. la de kapı kapı dolaştırılan
senaryo bir türlü alıcı bulamaz. craven tam " mis gibi öykü çöpe gidecek "
diye endişelenmeye başlamışken new line ile yolları kesişir .. new line hikayeye
inanır ve iş yapacağından emindir ama bir sorun vardır , paraları yoktur..
şimdi anlatması pek uzun sürecek işkence dolu finansman bulma maceralarından ,
prodüksiyon sorumlusunun kredi kartını rehin bırakmasına , bulunan finansmanın
çekimlerin başlamasından 2 hafta önce anlaşmadan çekilmesinden , türk sinemasında
pek yakından tanıdığımız " hade dağılın para bulunca başlıcas" larından sonra
yaklaşık borç harç edilmiş 1-2 milyon dolarla bu işe girişirler..

johnny depp gibi yemede yanında yat , seni veren allaha şükürler olsun ,
sen insan değilsin başka birşeysin denilecek bir muhteşemliği bizlere
kazandırması bir yana ( depp 'in ilk rolü ) amerika 'nın uzun zamandır
başaramadığı bir korku fenomeni yaratma başarısını göstermiştir.
totalde 2 mio dolar gibi bir rakama mal olmuş , gişede 40 mio doları aşan
bir hasılatla yılın hiti olmuş , sonrasında gelen 6 diğer devam filmiyle
kendi efsanesini yaratmıştır. bazı sahnelerde para gitmesin diye tek plan ,
tek çekimle devam edilmiş , özel efektler dahiyane şekilde 10 cent gibi
komik rakamlarla halledilmiş birçok kez ve çok akıllıca tasarlanarak ucuza
getirilmiş , ne şartlar altında , büyük sorunlara nasıl bir yaratıcılıkla
nasıl küçük müdahelelerle büyük başarılar kazanıldığını bu yolun başındaki
bizlere göstermiştir.

işte freddy krueger ve saz arkadaşları new line cinema 'yı ofis dairesinde
idare edilen ,2 mio doları denkleştiremeyen , filmin bitmiş kopyalarını
film açılışına bir hafta kalırken para ödeyemedikleri için alamayan ,
eğer bir gün daha çekimlerin tamamlanması gecikseydi çekimler durma noktasına
gelecek kadar maddi sıkıntılarla çektikleri bu efsane fimleriyle
ondan the lord of the rings üçlemesini yaratan ve bugün sırf bu üçlemeden
milyarlarca dolar ve çuval çuval oscar kazanan bir yapım şirketine dönüştürmüş ki
bu belki de filmin kendisinin efsane oluşuyla sinemaya kazandırdığından
hariç bambaşka ve müthiş bir kazanımdır..

işte olay , başarı , geleceği görmek , yoktan varetmek , efsane olmak budur..
örnek alına , aynısı yapıla, darısı hepimize..

-----

türk halkının star tv'de yayınlanan parliament pazar gecesi sinemasi ile
tanıdığı kült film. ku$kusuz seksenli yıllar korku sinemasının büyük yol
katetdiği yıllardır. 1978'de john carpenter'in korku klasiği halloween,
1980'de sean s. cunningham'den friday the 13th gelir. seriler halinde
devam filmlerin en güçlü halkası a nightmare on elm street'dir.
a nightmare on elm street'i bu kadar güçlü yapan birinci unsur filmden dahi
daha kült bir karektere dönü$en freddy krüger'dir. diğer korku karekterleri olan
friday the 13th'in jason'i ve halloween'in michael myers'a göre konu$kandır,
geli$mi$ bir esprili anlayı$ı vardır. üstelik diğerleri gibi yenilmez bir
karekter de değildir. çünkü diğerleri gerçek dünya da olmalarına göre ula$ılmaz
ve yenilmez bireylerdir. ama freddy rüya aleminde ya$ar ve o kendi dünyasında
yenilmezdir.

filme gelince. filmin çekildiği 1984 yılında ne wes craven büyük bir yönetmendir
ne de new line cinema büyük bir film $irketidir. wes craven elinde senaryo ile
o film $irketi benim bu film $irketi senin dola$ırken hepsinden ret cevabını alır.
sonra senaryoyu new line cinema kabul eder. new line cinema o yıllarda
bağımsız filmler çeken ve iflasın e$iğinde bir $irkettir. film 2 milyon dolara
mal olur. film $irketi parayı borç harç bulur. senaryoya sadık kalınmak için
elinden elini yaparlar. sonunda büyük gi$e geliri, 25 milyon dolar.
bu para new line cinemayı iflasdan kurtarır ve wes craven'i de ünlü bir isim yapar.
bu az bütçeye rağmen filmin efektleri çok ba$arılıdır. bunun için büyük bir emek
harcanır. mesela; tina'nin tavanda süründüğü sahnede oda ters olarak dekore edilir.
nancy'in küvet de uykuya daldığı ve freddy tarafından suya çekildiği sahne ise
havuzda çekilir ve bu $ekilde gerçekle$ir.* * efeklerin olu$turulmasında
para yerini akıl almı$dır. üstelik bu sahnelerin hiç biri sırıtmaz.

yönetmen ve senaryo yazarı wes craven, freddy adını lisede kendini pataklayan
bir çocukdan alır. öyküyü de gazete de okuduğu güneydoğu asya da aynı mahalle de
ya$ayan bir kaç çocuğu uykusunda ölmesinden esinlenir.

bir de unutulmaz müzikleri vardır. bir, iki, üç freddy gel ..... kim unutabilir.

-----

freddy krueger’la tanışmamıza vesile olmuş 1984 yapımı wes craven başyapıtı.
filmin giriş fragmanıyla beraber freddy’nin ünlü eldiveninin nasıl ortaya
çıktığını da görmüş oluruz. wes craven olaya direk girmiştir.
eldiveni, çizgili kazağı ve şapkasıyla öldürürken güldüren kahraman
haline gelecek olan freddy krueger efsanesi bu filmle doğmuş olur.
80lerin ünlü korku klişesi bu filmde de bozulmaz ve sevişen önce ölür.
gencecik ve çömez bir johnny depp filmin sürpriz yumurtası olmuştur.
serinin diğer filmlerinde bolca göreceğimiz çocuğuna ilgisiz ebeveynlerin
belki de en dayaklığı olan polis baba hepimizi delirtmiştir. o kadar
olaya rağmen ısrarla nancy’nin söylediklerini kulak arkası yapması şahsen
beni zıvanadan çıkartmıştı. freddy mitinin başlangıcı olan filmde aslen
freddy’nin adı fred krueger olarak geçmektedir. freddy’nin öldürme tarzını
öğrenirken nancy’nin de freddy’i nasıl tırt bir yöntemle hayatından şimdilik
çıkardığına tanık oluruz, ki bence filmin en büyük eksisi finalidir.
son sahnede devam filmleri için yol açılmış, seri haline geleceği belli olmuştur.


---------------a nightmare on elm street part 2 - freddy's revenge------------

elm sokağında kabus filminin 2.si. bu filmde olaylar ilk filmin 5 sene sonrasında
geçiyor.ilk filmde olayların geçtiği eve yeni bir aile taşınır ve ilk filmde
dış dünyaya gelmiş olan freddy, bu ailenin oğlu jesse vasıtasıyla cinayetlerini
işlemeye devam eder. ayrıca freddynin tam ismini (fred krugger diye geçer) ve
geçmişini ilk olarak bu filmde duyarız. özellikle ilkiyle karşılaştırıldığında
zayıf bir film olarak kalsa da,filmin devamlılığını sağlaması bakımından takdir
edilesidir. ayrıca bu film de,ilki gibi bir sonraki filme açık kapı bırakacak
şekilde,okul servisinin (şöförü freddy'nin normal hali olması itibariyle)
boş araziye doğru,freddy'nin kahkaları eşliğinde giderken, sona erer.

wes craven’ın yarattığı a nightmare on elm street serisinin ikinci ve en boktan
filmi. en boktan diyorum çünkü serinin tamamını ele aldığımızda gerek konusu,
gerek oyunculukları, gerekse freddy’ye bakış açısıyla seriye bulaşmış bir leke
gibidir bu film. öncelikle freddy’nin rüyalar dışında gerçek hayatta da
insanlara musallat olması anlatılmıştır ki bence seriye yapılan en büyük ihanettir.
çünkü freddy’nin bütün gücünü rüyalardan aldığını ve gerçek dünyada bu güçlerini
yeterince kullanamadığını bilmekteyiz. ancak yönetmenimiz ya ilk filmi seyretmedi
ya da seriye yenilik getirmek istedi bilemiyorum ama ortaya çıkan sonuç felaket.
yine freddy’nin evinin yeni sahiplerinin çocuğunun vücuduna girme fikri de boktan.
çocuk demişken, jesse rolünde başrolü kapan mark patton filmin bir diğer faciasıydı.
gördüğüm en yetersiz ve itici oyunculuklardan birini ortaya sermiş.
yemedim içmedim imdb’den baktım, bu arkadaşın sinema kariyeri bu filmle bitmiş
sonrasında iki dizinin birer bölümünde oynamış o kadar. bence gayet güzel olmuş.
final sahnesi de yine filme yakışır şekilde saçmadır.


---------------a nightmare on elm street 3 - dream warriors--------------------

kanımca 1. ve 7. filmlerden sonraki en başarılı elm sokağında kabus filmidir.
arada 2. film denilen rezillik hiç olmamış gibi 1. filmin ana karakteriyle
devam eder.

elm sokağında kabus serisinin 3. filmi 1987 yapımı bu filmin yönetmeni
chuck russell. freddy'nin geçmişi hakkında ağzımıza bir parmak bal çalındığı
serinin bu filminde, serinin diğer tüm örneklerinde olduğu gibi insanı
uykuya düşman eden piskopat katilimizin bir avuç gençle kedinin fareyle
oynadığı gibi oynamasına şahit oluyoruz.

kasaba halkı tarafından hunharca katledilen (yakılarak) freddy'nin huzur bulamayan
ruhunun madem ben aradığım huzuru bulmadım en azından beni bu hale koynaların
çocukları da bulamasın o huzuru düz mantığıyla intikam entrikalarına şahit oluyoruz.
aynı akıl hastanesinde terapi gören bu gençlerimiz seriye adını da veren
dream warriors olarak freddy'le mücadeleye soyunuyorlar. freddy kruger'ın
annesi amanda kruger'ın aslında son derece yardım gönüllüsü bir rahibe olduğu
ve bir yanlışlık sonucu günlerce kilitli kaldığı akıl hastahanesinin en tehlikleli
ve piskopat hastalarının bulunduğu bölümde aynı süreçte freddy'nin tohumunlarının
ekildiği de yine serinin bu halkasında ortaya çıkan gerçeklerden. aslında
pek de spoiler sayılmasa da artık bir freddy klasiği haline gelmiş kurbanların
kabustan uyandım rahata erdim dediği o mutluluk anlarının aldatmaca olduğu
en acı deneyimlerin yine sıklıkla tadıldığı (her ne kadar bütün freddy serilerinde
defalarca kullanılmış olsa da bu aldatmaca insanı her seferdinde ne hikmetse
korkutmayı başarır) adına yakışır bir korku filmi.

bir önceki felaket filmden sonra seriye ilaç gibi gelen, herşeyiyle seriyi taşıyan
ve ileriye götüren film. filmin girişiyle birlikte ilk edindiğim düşünce:
yönetmen deneyimsiz ama başarıya aç chuck russell. daha lost highway’deki
seksi ve baştan çıkarıcı haline bürünmemiş, sarı saçları ve tüm tatlılığıyla
19 yaşında ilk sinema deneyimini yaşayan büyüleyici patricia arquette,
yine daha neo’ya kırmızı ve mavi hapları sunmamış sahne adı olarak
larry fishburne adını kullanan laurence fishburne, stephen king romanları
the shawshank redemption ve the green mile ile oscara aday olmayı bekleyen
frank darabont, fragmanla beraber kulaklarımızın pasını silen dönemin fırtına
gruplarından dokken ve fonda çalan klasikleri into the fire. giriş rüya sahnesi
etkileyici ve yaratıcı, chuck russell freddy hayranlarını tatmin edecek bir
filmin başladığını anlatmak ister gibi. sonrasında eski dostumuz ilk filmin
kahramanı nancy de filmdeki yerini alıyor. ikinci filmi unutmak istiyoruz,
bu yüzden onu yok sayıp ilk filmden devam ediyoruz. sanki ikinci film
hiç çekilmemiş gibi. yer bir ruh hastalıkları hastanesi. freddy’i öldüren
ailelerin hayatta kalan çocukları rüyalarında freddy ile kapışmaktalar ve
ancak yine buna kimseyi inandıramamaktalar. nancy ise freddy deneyiminden sonra
kendini psikoloji dalına vermiş ve kalıp rüyalar uzmanı olmuş. gençlerin
tek umudu belki de.

--- spoiler ---

gençlerin kabusları freddy’nin yakılan evinde geçmekte. rüya sahneleri ve
gençlerin ölümleri oldukça başarılı. benim favorilerim duvardaki kukladan
hastaneye gelen freddy ve yine kukla olarak oynattığı sözde intihar eden kurbanı.
serinin vazgeçilmezi hiçbirşeye inanmayan ve freddy gerçeğini kabul etmeyen
büyüklerimiz yine işbaşında. hele kafası televizyona girmiş halde bulunan kızın
ölümüne bile intihar diyen başhekime hiçbirşey demiyorum.
bu arada ilgili tv sahnesiyle ilgili dikkatimi çeken bir unsur da kızın elindeki
kumandaydı. buna ayrı bir paragraf açmak istiyorum. arkadaş sene 1987 olabilir
ama o nasıl bir uzaktan kumandadır? neyse efendim kumandayı 87 yılında bırakırsak
filmin bir diğer güzelliği de freddy mitini daha da genişletmesi ve olaya,
rahibe suretinde freddy’nin annesini dahil etmesiydi. nancy dışında
eski dostlardan nancynin hiçbir şeye inanmayan polis babasını da tekrar görürüz.
exorcistten esinlenilmiş kutsal su ile yoketme yöntemi işe yarar ve
freddy’nin kemikleri ait olduğu yere yani toprağa kavuşur. peki herşey biter mi?
yönetmen akıllı bir düşünceyle freddy’nin evinin maketinin ışıklarını son sahnede
açarak serinin devam edeceğini müjdeler.

--- spoiler ---


--------------a nightmare on elm street 4 - the dream master----------------

wes craven patentli ünlü korku serisinin dördüncü filmi. bir önceki filmin
tamamlayıcısı, ikinci yarısı. üçüncü filmde kaldığımız yerden devam ediyoruz.
o filmin kahramanı kristen parker yine karşımızda. ancak güzeller güzeli
patricia arquette’in yerini tuesday knight almış. yönetmen koltuğunda da
ileride die hard 2, cliffhanger, deep blue sea, mindhunters ve
exorcist the beginning ile adını duyuracak olan renny harlin oturmakta.
kristen ile birlikte bir önceki filmin rüya savaşçıları kincaid ve joey de
karşımıza çıkmaktalar. ama bu filmde biraz kansızlar. kristen’ın rüyalarına
girdikleri için kristen’ı suçlamakta, ama freddy ile karşılaşınca
hiç utanıp sıkılmadan “kristen kurtar bizi” demekten çekinmemekteler.
böyle de şerefsiz karakterler. serinin yeni karakterleri kristen’ın
erkek arkadaşı rick, rick’in ayakta bile rüya gören kızkardeşi alice, babaları
ve rick’in kankası artist dan. freddy ise gömüldüğü yerden, harika bir canlanma
sahnesiyle kadroya katılmakta.

--- spoiler ---

filmin ilerleyen kısmında kristen annesi tarafından uyutulur ve freddy’e
yem olmaktan kurtulamaz. artık geride rick ve kardeşi kalmıştır.
kristen’ın intikamını almak istemektedirler. rick ise okul tuvaletinde bile
uyumak gafletine düşer ve aramızdan ayrılır. alice’e yardım edecek bir tek dan
kalmıştır. onun da araba kazası geçirip hastaneye kaldırılması souncunda
alice ramboluğa soyunur. ayna önünde tüm teçhizatlarını aldıktan sonra
rüyalar aleminde freddy’i deplasmanda yenmek için hazırdır.
olayı çözecek olan ise bir aynadır. olaylar biter ve soh sahnede
havuz suyunda freddy’nin yansımasını görür ve bir sonraki film için
beklemeye geçeriz.

--- spoiler ---


--------------a nightmare on elm street 5 - the dream child----------------

öldürürken güldüren katil freddy krueger’ın katliamlarına devam ettiği serinin
5. filmi. filmin yönetmeni, predator 2’nin arifesinde olan stephen hopkins.
alice, babası ve erkek arkadaşı dan serinin bir önceki filmden tanıdık
karakterleri. film oldukça erotik bir sahneyle açılmakta. bir önceki filmde
çekingen görünen alice kendini aşmış ve dan’le haldur huldur sevişmekteler.
sevişme sonrası duşunu alan alice kendini garip bir rüyanın içine bulur.
aralarında freddy krueger’ın maskesiz insan halinin bulunduğu birçok deliyi ve
akabinde de krueger’ın doğumunu görür. bunların yanında amanda krueger da
yerini alır.

--- spoiler ---

dan’i yine bir araba kazası vasıtasıyla aradan çıkaran freddy, alice’in
arkadaşlarına musallat olur. bu arada alice jacob adındaki bir çocukla konuşmakta,
ancak bu çocuğu sadece o görmektedir. daha sonra hamile olduğunu öğrenen alice,
fredy’nin karnındaki çocuğu jacob’un rüyalarını kullanarak ona saldırdığını
farkeder. finale doğru oldukça sürrealist rüya sahneleriyle karşılaşırız.
amanda yardıma gelir ve ölümle doğumu aynı anda yaşarız. freddy ölürken
jacob da doğmaktadır. amanda freddy’i cehenneme götürür ve olaylar biter.
aslında biz bittiğini düşünürken son sahnede parkta freddy’nin tekerlemesini
söyleyip ip atlayan çocukları görür ve irkiliriz.

--- spoiler ---


--------------freddy's dead - the final nightmare-------------------

konusu kısaca rüya yaratığı freddy'nin onu öldüren tüm fertlerin çocuklarını
yokettikten sonra kurtuluşu için kızından yardım istemesidir. özellikle
kızının rüyasında geçen son dakikalarda film üç boyutlu olmuştur.

a nightmare on elm street serisinin kanımca 2. filmle beraber en kötü filmi.
yönetmenimiz ilk sinema filmini çeken rachel talalay. ki bu filmdeki muazzam
başarısından sonra 2 sinema filmi daha çekip kariyerine dizi yönetmenliğiyle
devam etmiş. iyi de etmiş, çünkü senaryosunu da yazdığı final nightmare içinde
birçok mantık ve zaman hatasını barındıran bir film. filmin müziklerine
efsane gitarist brian may imza koymuş. filmimiz alışık olduğumuz gibi
bir rüya sahnesi ve freddy’nin şakalarıyla başlıyor. ancak bir önceki filmde
annesi tarafından cehenneme gönderilen freddy’nin tekrar nasıl ortaya çıktığını
ne yazık ki göremiyoruz. yönetmenimiz olaya bodos girmiş.

--- spoiler ---

rüya sahnesinden sonra sorunlu gençlerin yaşadığı bir rehabilitasyon merkezine
geçiyoruz. karşımızda yine sorumsuz ebeveynler var. yolu buraya düşen john doe,
eğitmenlik yapan magge ile aynı rüyaları gördüğünü anlar. rüya uzmanı bir adamla
konuşan maggie kararını verir. john ile birlikte karavana atlarlar ve
springwood’a doğru bir yolculuğa çıkarlar. karavana kaçak olarak binen
tracy, carlos ve spencer adındaki zıpçıktılar da olaya dahil olmuşlardır.
bu üç zıpçıktı ne kadar isteseler de geriye dönemezler, kasabaya sıkışmışlardır.
freddy için eğlence vaktidir. film süresinin bir kısmını bu üç gençle uğraşarak
geçiren freddy asıl hedefi magge üzerinde çalışmaya başlar. maggie’nin
fred krueger’ın kızı olduğunu anlarız. filmin son yarım saati içinde
3 boyutlu görüntüler içerdiği için maggie rüyalar alemine giderken
3 boyutlu gözlük takar. burdan biz de gözlüklerimiz takmamaız gerektiği
sonucuna varırız. gerçekten dahiyane bir fikir. freddy ile kapışmalarından sonra
onu gerçek dünyaya çeken maggie bir dinamit yardımıyla freddy’i paramparça eder
ve dünyayı kurtarır.

--- spoiler ---


----------------------- new nightmare -----------------------

the new nightmare olarak da bilinen 1994 yapımı film wes craven'ı tekrar yönetmen
koltuğuna oturtuyor. filmde 1991'de öldürülen freddy'nin bu senaryoyu beğenmeyip
oyunculara ve yönetmene saldırmasına şahit oluyoruz. bir nevi kurgu ve gerçek
karışıyor. yanlız en güzel özelliği çekim sırasında meydana gelen depremin filmde
aynen yer alması. gerçekten wes craven'ın zekasına bir kez daha hayran kalmamak
elde değil. bir de freddy'i oynayan robert englund'un gerçek kimliğiyle filmde
görülmesi oyuncular arasındaki elm sokağı diyalogları çok iyi kurgulanmış.

klasik teen slasher tarzindan uzaklasan, gercek ile filmin karistigi
(ya da yavas yavas donustugu demek daha dogru sanirim) bir film.
ozellikle onceki filmleri izlemis insanlarin, filmdeki karakterleri gercek
yasamdaki haliyle gorebilmesi ilginc olmus (wes craven, robert englund,
heather langenkamp, john saxon). senaryosu guzel, izlenesi.

freddy vs. jason’u elm street serisine dahil etmezsek, serinin 7. ve şimdilik
son filmi. ilk filmde olduğu gibi yönetmen ve senarist wes craven.
yine ilk filmdeki gibi freddy’nin ünlü eldiveninin yapılışıyla filmi açıyoruz.
gerçek hayatla filmin içiçe geçtiği denemede; nancy, babası ve freddy rolündeki
oyuncular aslında filmde gerçek hayattaki karakterleriyle yer alıyorlar.
filmin kilit karakteri nancy i oynayan heather langenkamp’ın oğlu dylan.
dylan’la bir şekilde temas kuran freddy tekrar korku salmaya başlıyor.
bu arada yaşananların aslında wes craven’ın yazdığı senaryodaki gibi
gittiğini öğreniyoruz. ki filmde wes craven bizzat kendisini oynamakta.

--- spoiler ---

finalde freddy’nin çocukları yaktığı fırında yanması ve akabinde yatağın altında
bulunan senaryo ile son sözlerin örtüşmesi şukela olmuş.

--- spoiler ---

----------------------------------------SON--------------------------------------


FREDDY KRUEGER:

freddy'nin hikayesi rahibe olan annesi amanda krueger'ın kendini yanluşlıkla
akıl hastalarının yanına kilitlemesiyle başlıyor. akıl hastaları amanda'ya
günlerce tecavüz ediyorlar ve bunun sonucunda freddy dünyaya geliyor.
tam adı fred chrles krueger'dır. şiddet içeren davranışları çocukken başlıyor.
11 yaşındayken annesinin elini kesiyor ve hayvanlara eziyet ediyor.
freddy asosyal bir tip ve okuldaki kabadayılar onunla dalga geçip eğleniyorlar.
17 yaşına geldiğinde annesini dövüyor ve tecavüz ediyor. springwood lisesinden
atıldıktan sonra alkolik bir çiftçinin yanında kalmaya başlıyor.
adam freddy'e tecavüz ediyor. 18 yaşına geldiğinde freddy adamı öldürüyor.
lisede hademe olarak çalışmaya başlıyor ve garsonluk yapan loretta johnsonla
evleniyor. aile babası olmaya çalışırken aynı zamanda da fahişeleri dövüp
onlara tecavüz ediyor. daha sonra kızı katherine dünyaya geliyor.
lisede onunla dalga geçmiş olan kabadayıları vahşice öldürüyor.
kendine bir dondurma arabası alıyor. çocukları onunla cinsel ilişkiye
girmesi için kandırmaya başlıyor. karısı bunu fark ediyor ve
karısını öldürüyor. kızı bunu görüyor. freddy dondurma arabasında
yaşamaya başlıyor ve aynı zamanda da çocukları öldürüyor. bunu fark eden
aileler freddy'i yakarak öldürüyorlar. cesedi hiç bir şekilde bulunamıyor
çünkü alevlerin arasında kaldığı sırada 3 tane şeytani ruh freddy'nin ruhuyla
karışıyor ve ona insanları ruyalarındayken öldürüp onların ruhuyla
beslenebilmesi gücünü veriyorlar. freddy de işe ilk olarak onu yakan
ailelerin çocuklarıyla başlıyor. bir çok insanı öldürüyor ve bir çok kerede
öldürülüyor ama freddy her defasında geri dönüyor. geri döndüğündeyse
ebeveynlerin çocuklarının çocuklarını öldürmeye devam ediyor. taaki
kendi kızı katherine onu öldürene kadar. bu elm sokağı kabuslarının sonu oluyor.
daha sonra para kazanmak isteyen saçma sapan insanlar gelip freddy vs jason
adında berbat bir film çekiyorlar.


FREDDY'S NIGHTMARES:

toplam 7 tane (çekilmekte olan freddy vs jason ile 8 olacak) olan
elm sokağında kabus serisinin başarısı üzerine bilmemkaçıncı filmden sonra
televizyon için hazırlanmış olan dizi film serisidir.
tam adı "freddy's nightmares: a nightmare on elm street the series" olan
1988-90 yılları arasında yayınlanmış dizi. (2 sezon - 44 bölüm)
film çok iş yapınca dizisi de denenmiş hatta freddy rolünde yine robert englund
oynamıştır.ülkemizde 92-93 senelerinde star tv yayınlamıştır bu diziyi ve hatta
"dizide frediyi oynayan adam filmdeki adam diilmiiiiiş!!" şeklinde muhabbetler
dönmüştür o yıllarda zira dizideki makyaj berbattır.


FREDDY VS. JASON:

1988 yapımı friday the 13th: the new blood isimli filmin orjinal senaryosunda
jason freddy tarafından hayata döndürülür. yine de paramount ve newline pictures
anlaşamaz ve freddy yerine senaryoya carrie filminin telekinetik yeteneklerine
sahip karakterine benzeyen bir tip konulur. 1993 yapımı jason goes to hell:
final friday filminde cehenneme gönderilen jason'un hokey maskesini
freddy'nin alması bu iki manyağın aynı filmde yer alması düşüncesini
bir kez daha akla getirir. aradan neredeyse on sene geçmiş olmasına karşın
friday the 13th ve a nightmare on elm street serilerinin hayranları bu buluşmayı
bir türlü göremedi. proje olarak 90lı yılların sonunda ortaya çıkmasına karşın
senaryonun bir türlü yazılamaması şimdilik 4 senelik bir gecikmeye sebep olmuş
durumda.

aslında bu en çok korkutan film karakterlerini bir araya getirmeye çalışan
ilk proje değil. daha önce alien ve predator filmlerindeki uzaylıları
karşı karşıya getirmeyi amaçlayan bir fikir doğmuş ama yine uygun senaryo
bulunamadığından önce rafa kaldırılmış ardından da bir bilgisayar oyununa
dönüşmüştü. bu projenin çıkış kaynağı da aslında freddy vs. jasona oldukça
benzemekte. predator filminin ikincisinde norsican gemisinde bir duvar süsü
olarak alien kafatası görmüştük. predator ve alieni aynı filmde görme fikri
şimdilerde çok uzaklarda olsa da freddy ve jason bu kez kapışacaklar gibi.
bu projeyi hayranlar sabırsızlıkla beklerken jason ve freddy'nin sabrı tükenmiş
olmalı ki ikisi de çoktan hortladı. freddy 1994te a new nightmare filmiyle
geri dönüşünü yaparken jason geçtiğimiz sene kendine sağlam bir upgrade çekerek
uber jason şekliyle perdede yerini aldı.

bu filmin diğer bir özelliği de en uzun soluklu iki seriyi birleştirerek
sequel olma konusunda kırılması zor bir rekora. (james bondları saymıyorum)
imza atması olsa gerek. liste şöyle bişey

friday the 13th (1980)
friday the 13th part 2 (1981)
friday the 13th part 3: 3d (1982)
friday the 13th: the final chapter (1984)
nightmare on elm street, a (1984)
friday the 13th: a new beginning (1985)
nightmare on elm street part 2: freddy's revenge, a (1985)
friday the 13th part vi: jason lives (1986)
nightmare on elm street 3: dream warriors, a (1987)
friday the 13th part vii: the new blood (1988)
nightmare on elm street 4: the dream master, a (1988)
friday the 13th part viii: jason takes manhattan (1989)
nightmare on elm street 5: the dream child, a (1989)
freddy's dead: the final nightmare (1991)
jason goes to hell: the final friday (1993)
new nightmare (1994)
jason x (2001)

freddy'nin esprileri ve kahkahaları gırla giderken, jason yine bildiğimiz gibi
dan dun girişiyor. 13.cuma serisi son filmleriyle beraber oldukça itibar kaybetmiş
ve saçmalamaya başlamıştı. onlarla karşılaştırdığımızda seriyi ileriye götürecek
kalitede bir film. elm sokağı serisi ise wes craven'ın sihirli dokunuşuyla
zaten eski günlerine dönmüştü. üstüne bu filmde freddy krueger hikayesine
yeni şeyler katılması güzel olmuş. kasabanın freddy ile ilgili herşeyi
saklamaya çalışması ve gelişen olaylar hikayeye değişiklik katmış.
sahneler bol kanlıydı. yine taş gibi hatunlar heder oldu. başroldeki ablanın
silikonlu göğüsleri film boyunca hop hop zıpladı. jason'la freddy'nin kapışmaları
izlemeye değer güzellikteydi.


''KAYNAK: EKŞİSÖZLÜK''

NOT: ekşisözlük'te farklı başlıklarda yeralan yazılardan seçtiklerimi tek bir başlıkta derlemeyi amaçladım. yazarlar uçurulursa yazık olur diye de düşündüm bunca bilgiye zira türkçe başka derli toplu kaynak yok seri hakkında ya da ben bulamadım. bu derlemeyi hazırlarken hiçbir çıkar gözetilmemiştir. kendi çapında bir amme hizmeti hedeflenmiştir. bir sürü entry mevcut olduğundan hepsinin altına yazar adlarını eklemedim ancak eminim ki hepsi on numara insanlar. eğer bunu okuyorlarsa takdir bile ederler diye umuyorum. ('crowley'e seri hakkındaki bilgilendirici yazıları ve 'rapunkzel'e freddy krueger karakteriyle ilgili aydınlatıcı yazısı için ayrı bir parantez açmak gerek. hepsinin eline sağlık)

Vampir Metaforu

Vampir metaforu bilinçli aklın kabul edilemez saydığı ve bastırmaya zorlandığı, sonuç olarak varlıklarını farkedemediği arzu ve korkuları süzer, katlanılabilir kılar. Edebi biçimlendirme, edebi sanat, bu yüzden ikili bir işleve sahiptir: hem bilinçaltına ait içeriği ifade eder, hem de onu gizler. Edebiyat, her zaman bu işlevlerin her ikisini de barındırır. Bunlardan birini çıkarmak, ya bilinçaltına ait sorunu (edebiyatta her şeyin saydam ve açık olduğunu öne sürerek) ya da edebi iletişim sorununu (edebiyatın yalnızca bazı içerikleri gizlemeye hizmet ettiğini öne sürerek) dıştalamak anlamına gelir. Bu iki işlev, edebi metaforda daima varolsalar da, aralarındaki ilişki değişebilir. Biri, diğerinden öne çıkarak, romanın bütün olarak önemi içinde hakim bir konum kazanabilir. vampir metaforu, edebi işlevlerin dengesinin nasıl değişebildiğine mükemmel bir örnektir. Sorun, şu biçimde ortaya konabilir: vampirlerin cinsiyeti -doğal olarak edebiyatta, gerçeklikte değil- nedir? Vampirlerin, meleklerin tersine, cinsiyetleri vardır. Fakat bu değişebilir. Bir grup eserde (Poe, Hoffman,Baudelaire: "seçkin" kültür) vampirler kadındır. Diğer bir grupta (Polidori, Stoker, sinema: "kitle" kültürü) erkektirler. Bu değişim, hiç de rastlansal değildir. vampirizmin kökeninde, çocuğun annesine yönelik çelişkili bir dürtüsü yatar. Bu yüzden, vampirin kadın olarak sunulması, bilinçaltına ait içeriğin göreceli olarak daha az bozulması anlamına gelir. Yaratılan edebi kişi, rahatsızlığın kaynağındaki kişiyle henüz aynı cinsiyeti korumaktadır. Edebiyatın, bilinçli aklı korumak üzere desteklediği savunma biçimleri, yine göreceli olarak esnektir: Lawrence (kendisinden önce Baudelaire'in örtülü biçimde yaptığı gibi), vampir temasından geriye, Poe'nun sapkın, erotik arzularına kolaylıkla döner. Fakat vampir erkek olduğunda, rahatsızlığın bilinçaltı kaynağı, daha üstteki bir imlenenler tabakasınca gizlenir. Bağlantı daha da incelir. Bilinçli akıl kolaylıkla huzur bulabilir; özgün korkudan geriye kalan, yalnızca bir sözcüktür, 'Drakula': o muhteşem ve açıklanamayan kadın ismi. Diğer bir deyişle, cinsiyet değişimi, bilinçli aklın korunmasına, daha doğrusu, onun daha habersiz bir konumda tutulmasına hizmet eder. Vampir, kendiliğinden belli olanları desteklemesi gereken ve kendisi bilinçaltının derinliklerine fazla dalamayan kitle kültürü tarafından, erkeğe dönüştürülmüştür. Bununla birlikte ve tam da bu nedenden ötürü, bilinçaltında kalmış olan bastırılmış içerik, dayanılmaz bir korku üretir. Sahte belirlilikler ve dehşet birbirini destekler.

KAYNAK: Franco Moretti - Mucizevi Göstergeler (Metis Yayınları, 2005)

29 Ağustos 2008 Cuma

Psikanalist

Bence her kim bir ücret karşılığında, insanlarla nasıl yaşamak istedikleri üzerine konuşurken Freud'un aktarım, bilinçdışı ve rüya-çalışması kavramlarını kullanıyorsa, ona psikanalist denir. Psikanaliz eğitiminin varlığı –ki psikanalizin ilk ortaya çıktığı ve en yaratıcı olduğu dönemde böyle bir eğitim yoktu– ve psikanalistlerin örgütlenme yöntemleri, "Psikanaliz nedir?" ya da daha doğrusu "Psikanaliz neye benzer?" sorusunu gündeme getirir. Tıbba mı, müziğe mi, dostluğa mı, kabule mi, meteorolojiye mi, ebeveynliğe mi, tahmin yürütmeye mi? Ve elbette "Öğrenmek ne demektir?" sorusunu da gündeme getirir. Psikanaliz, bütün bu soruları geleneklerin bugüne kadar izin verdiğinden daha ilginç, daha eğlenceli hale getirebilir. Örneğin bir psikanalist, ne yaptığını bilmemeyi ve yine de yapmaya devam etmeyi öğrenmek zorundadır.
Buna rağmen psikanaliz, Wordsworth'ün The Prelude (Prelüd) adlı yapıtındaki ünlü pasajında "iktidar kaybıyla satın alınan bilgi" diye adlandırdığı şeyin paradigmasına dönüşme riskini de içinde taşır ve kuşkusuz buradaki kullanımıyla iktidar, baskıdan ziyade ilhama akrabadır. Hepimizin bildiği gibi psikanaliz, son derece pahalı bir bilgidir. Her anlamda büyük bir maliyeti bulunduğundan kendi seçkinciliğini besler. Ve seçkincilik ile bir zamanlar ruh sağlığı adı verilen, oysa iyi yaşamak denmesi gereken kavramlar birbirlerini tamamen dışlarlar.
Psikanalistlerin, Freud'un sözde "yeni bilim"inin ilk yıllarında, prestijli tıp bilimiyle müttefik olma çabalarıyla başlayan seçkinciliklerinin, asimilasyon kaygısına karşı bir tepki olduğunu düşünüyorum. Başta soru, "Freud'un icat ettiği psikanaliz, mevcut çağdaş tıbbi uzmanlıklarla nasıl bağdaşabilir?" idi. Sonradan, belki de daha korkutucu bir soru baş gösterdi: "Nazizm'den kaçan psikanalistler, yerleştikleri yeni ülkelerinde kendilerine nasıl yer edinecekler?" Psikanaliz, insanların içinde yaşadıkları kültürlerle daima ters düştükleri yolları ortaya çıkarıyorken bu mülteciler, nasıl olup da meşruiyet kazanacaklar? Freud kısa zamanda düz anlamıyla gerçeğe dönüşen bir şey keşfetmişti: Tüm insanlar takma adlarla yaşarlar. Anlaşılabilir nedenlerle bu ilk analistlerin saygınlığa direnmesi çok zordu. Yine de psikanalizin, tanımı gereği, mevcut ahlaki söz dağarcıklarıyla çeliştiği de ortadaydı. Ne de olsa bilinçdışı bizim uyum sağlamadan katılan yönümüzün tanımıydı.
Psikanalizin dili çarçabuk, uyuşması mümkün olmayan o eskimiş "irade" diliyle karıştırıldı (ve hâlâ karıştırılmakta). Oysa bilinçdışı söz konusu oldu mu, deneyemezsin, çabalayamazsın, kendini serbest çağrışım yapmaya ya da dilinin sürçmesini sağlamaya zorlayamazsın, rüyalarını planlayamazsın. Ancak bu iki dili birbirine bulaştırmak her psikanaliz çeşitlemesini aleni bir ahlaki emre dönüştürür: iyi olmaya çalış (Klein), kendiliğinden olmaya çalış (Winnicott), kendini şaşırtmaya çalış (Lacan). Eğer bilinçdışı uyumsuz olanın tanımıysa, neden psikanalizin de uyumsuz ve kendi başına buyruk türlerine tahammül etmekte bu kadar zorlanıyoruz? Psikanalitik grupların bölünmesinin bir sorun olarak algılanması saçma: Psikanalist tanımı gereği, muhalif seslere kulak kabartan kişidir. Gelgelelim, psikanalistin bu seslere ancak tepeden bakabilen bir kişiye dönüşmesi riski vardır. Psikanalistler insanların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda uzmanlara dönüştükleri sürece, yani bir çeşit guru, resmi ya da gayri resmi herhangi bir tür uzman oldukları sürece, boyun eğmiş olurlar. Psikanalist, yetkinliğini ancak kendi otoritesine karşı koyduğu sürece devam ettirebilen profesyoneldir. Freud'un tanımladığı biçimiyle bilinçdışı, guruların ölüm ilanından başka bir şey değildir.
Psikanalistler insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyemeseler de, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak zorundadırlar, bunu çoğu zaman beklenmedik yollara başvurarak yapsalar bile. (Gelişmeyi tespit edecek konumda olan yalnızca hastadır.) Başka bir deyişle psikanaliz, o kendisinden en beklenmeyecek şeye, ilgi çekici bir hedonizme dönüşmek durumundadır. Ancak psikanaliz, fazlasıyla ihtiyaç duyduğu ve hem psikanalize parası yetenlerin hem de yetmeyenlerin psikanaliz kurumunun devam etmeye değer olup olmadığına karar vermesine olanak tanıyacak toplumsal sorgulama ve zeki saldırılarla daha yeni yeni karşılaşmaktadır. Hiç kimsenin psikanalize ihtiyacı yoktur ama kimilerimiz psikanaliz isteyebilir. Kuram ve uygulaması ile psikanaliz, önemliymiş gibi görünmeyi bırakıp, kendini daha ilginç kılmaya yoğunlaşmalıdır. (Önemlilik hiçbir şeyin ilacı olamaz.) Profesyonel literatürü okuyan biri, asıl önemli olanın psikanalizin konusu değil de kendisi olduğunu sanır. Hiç kimse psikanalizin geleceği konusunda kafa yormamalıdır. Asıl, bizim için en önemli şeyleri, en çok neden ve ne için acı çektiğimizi, neden ve nasıl haz aldığımızı ifade edecek dili bulmak için kafa yormalıyız. Kimi zaman, kimileri için bu dil psikanaliz olabilir. Neyse ki böyle düşünmeyenlerin sayısı da hayli kabarıktır; hiçbir dil cehaletimizi tekeline alamaz.
Psikanaliz, bize cehaletimizin anlamını –yüceliğini– çoğu zaman ne dediğimizi bilmediğimizi öğretir. (Bu da şeytani olanı tanımlamanın başka bir yoludur: sözüm bana rağmen, benim bağımdır; hep söylemeye razı olduğumdan daha fazlasını söylerim.) Ne kadar bilimsel araştırma yaparsak yapalım, sözcüklerimizin dik başlılığını yola getiremeyeceğiz, aykırılığın yaygarası hiç dinmeyecek. Psikanalistler de belirsizliğin düşmanlarına karşı koymak için son derece elverişli bir konumda duruyorlar. Ancak psikanalistler birbirleriyle çok fazla vakit geçirmeye başlayınca, psikanalize inanmaya, dini bir kültün üyesiymişçesine bilgiççe konuşmaya başlıyorlar. Gören de bir şeyleri anladıklarını sanır. Kısacası tek yaptıklarının öyküler hakkında öyküler anlatmak olduğunu ve her öykünün, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok olası yorumu bulunduğunu unutuverirler. Harita ayaklarının altındaki toprağa dönüşür ve haritalar daima topraktan daha küçüktür. Psikanalistler kurmacanın büyüsüne ve sözcüklerden çıkartılacak hisselere karşı tetikte olmalıdırlar. Oysa onlar hep, akla yakın yorumlar silsilesinin, "ne, ne zaman söylenmelidir"in uzmanı olmanın cazibesine kapılırlar. Bilinçdışına hitabet dersleri vermek beyhude bir çabadır. Psikanaliz yeni görgü kurallarının ve taze saygınlık biçimlerinin ticaretini yaptığı sürece, radikal mirasına, kişilerin ister istemez kendileriyle deneylere giriştikleri bir konuşma biçimi olma mirasına ihanet eder. Psikanaliz, hem yatıştırıp hem de tedirgin etme kapasitesini ve biri olmadan diğerinin olamayacağı modern kavrayışını kaybettiği anda, ya zorlama bir radikalizme ya da eski itaatkârlıkları öğrenmenin yeni bir biçimine dönüşür. Freud'un hitap ettiği, itaatkârlığın kurnazlığıydı ne de olsa. Psikanaliz kişisel üsluba giden yol olamıyorsa, özel söz dağarcığıyla insanları hipnotize etmekten başka bir şey yapmıyor demektir.
Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur.

KAYNAK: Adam Phillips - Dehşetler ve Uzmanlar (Metis yayınları - 1998)

28 Ağustos 2008 Perşembe

Diftong-3: Kant & Marx

''19.yüzyılın sonlarından beri Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışan birkaç düşünür çıktı. Marksizm adı verilen materyalizmde eksik olan öznel/etik uğrak yakalanmaya çalışılıyordu böylece. Bu çaba Kant'ın hiç de bir burjuva filozofu olmadığını ifade eder. Kant'a göre ahlaklı olmak, iyi ya da kötü olmaktan ziyade, causa sui (Lat. kendi kendisinin nedeni olan) ve bundan dolayı özgür olma sorunuydu ki bu da bizi diğer insanlara özgür failler olarak davranmaya zorlar. Kantçı ahlak yasasının nihai çağrısı şu buyrukta yatar: "Kendi şahsında olduğu kadar başka herhangi birinin şahsındaki insanlığı da, asla sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda ve hep bir amaç olarak kullanacak şekilde eylemde bulun." Soyut bir doktrin değildir bu. Kant bu buyruğu, tarihsel toplum bağlamında tedricen gerçekleştirilecek bir ödev olarak düşünmüştü. Somut olarak belirtmek gerekirse, tüccar kapitalizminin hâkimiyetindeki sivil topluma karşıt olarak bağımsız küçük üreticilerin ortaklığını kurmayı amaçlamış olduğu söylenebilir. Sanayi dönemi öncesindeki Almanya'da tasarlanmış bir idealdi bu. Gelgelelim, daha sonraları, sanayi kapitalizminin yükselişiyle beraber bağımsız küçük üreticilerin birliği büyük ölçüde dağıldı. Ama Kant'ın ahlak yasası yaşamaya devam etti. Kant'ın konumu ne kadar soyut olursa olsun, ütopyacı sosyalistlerin ve Proudhon gibi anarşistlerin görüşlerinin habercisiydi. Hermann Cohen, Kant'ı tam da bu anlamda Alman sosyalizminin asıl atası olarak tanımlamıştı. İnsanların birbirlerine bir amaca ulaşmak için gerekli olan birer araç olarak davrandıkları kapitalist ekonomi bağlamında, Kantçı "özgürlük krallığı", yani "amaçlar krallığı" açıktır ki başka bir anlamı, yani komünizmi gerektirir. Düşündüğümüzde görürüz ki Kant'ın düşünüşünde içkin olarak var olan ahlaki uğrak olmasa komünizm en başından beri hiç kavramlaştırılamazdı. Gelgelelim, tarih Kantçı Marksizmi maalesef ve haksız bir şekilde karanlığa gömdü.Ben de kendimi Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışırken buldum. Ama bu arayış Yeni-Kantçılıktan farklı bir bağlamda gerçekleşti. Kantçı Marksistlerin kapitalizmi kavrayışları bana en başından beri zayıf görünmüştü. Aynı şeyi anarşistler hakkında da hissetmiştim. Özgürlük ve etik mizaç anlayışları kayda değer olsa da, insanları zorlayan toplumsal ilişki güçleri hakkında teorik bir yaklaşımdan tamamen yoksundular. Bundan ötürü, çoğu zaman ümitsizce mücadele veriyor ve feci bir şekilde yenilgiye uğruyorlardı. Bir zamanlar anarşizan bir siyasi duruşum vardı ve kendimi hiçbir zaman herhangi bir Marksist partiye ya da devlete yakın hissetmedim. Ama Marx hep bir huşu hissi vermiştir bana. Altbaşlığı "Kritik der politischen Ökonomie" (Siyasal İktisadın Eleştirisi) olan Kapital'e hayranlığım yıldan yıla arttı. Kapital'i satır satır, dikkatle okuyan bir siyasal iktisat öğrencisi olarak, Lukács'tan Althusser'e Marksist felsefecilerin bu kitabı sahiden canı gönülden okumadığının ve ondan sadece kendi felsefi kaygılarına uyan şeyleri aldığının farkındaydım ve bu durumdan memnun değildim. Siyasal iktisatçıların çoğunluğunun Kapital'i sadece iktisat üzerine yazılmış bir kitap olarak görmeleri de canımı sıkıyordu doğrusu. Aradan geçen zaman içinde, Marxgil eleştirinin kapitalizmi ve klasik iktisadı eleştirmekle kalmadığını, sermayenin dürtüsünün (Trieb) doğasına ve sınırlarına ışık tutan ve bu dürtü temelinde, insanların mübadele ve iletişim eyleminde var olan esaslı bir zorluğu açığa çıkaran bir proje olduğunu yavaş yavaş fark ettim. Kapital, kapitalizmden kolaylıkla çıkılacağını vadetmez. Bunun yerine, tam da kapitalizmin o çıkışsızlığı sayesinde, pratik bir müdahale imkânının var olduğunu ileri sürer sadece. Bu yolda ilerlerken, Kant'ı da pratiğin mümkün olduğunu öne sürmeye çalışan ve bunu da çoğunlukla zannedildiğinin aksine, metafiziği eleştirerek değil, insan aklının sınırlarını cesurca izah ederek yapan bir düşünür olarak kavradım gitgide. Kapital, genelde Hegelci felsefeyle ilişkili olarak okunur. Ben ise, Kapital'in ancak Saf Aklın Eleştirisi ile birlikte, aralarında çapraz bağlar kurarak okunması gerektiği görüşünü benimsedim.''

KAYNAK: Kojin Karatani - Transkritik (Metis yayınları, 2008)

Yaz Sonu

'yazın son günleriyle nasıl vedalaşmalı?' diye düşündüm.
bir şeyler karalamak geldi içimden önce,
sonra 'ustalar benden önce davranmıştır' dedim... yanılmamışım.
Murathan Mungan'ın 'yaz sonu' adlı şiirinin ardından
Monet'nin 'end of summer' adlı tablosu ve son olarak
Cemal Süreya'nın yine 'yaz sonu' adlı şiiri.
birbirinin ekürisi iki şiir, iki büyük şairden hem de aynı ad konmuş...
ve dile gelmeyenleri anlatan usta Monet; şiirlerin arasında,
soluklanmak için yapmış sanki, diğer adı buğday yığınları olan o güzel tabloyu.


''Yaz inceliyor, güz
Bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
Bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
Hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
Birbirinin karanlığına kapatılmış
Birbirinin içinde tipiye tutulan
Her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
Hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
İlkgençliğin yazıları bitti
Şimdi bırakılmış çiftlikler
Yağmurlarla boşalmış leylek yuvaları
Elimizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
Kalanlar için yazılanları
Yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
Yine haziran yine temmuz yine ağustos''
(Murathan Mungan)




''Sukürenin perisi sen; sen, taşkürenin avcısı,
Bir kişi daha olsa yanınızda
Siz orda öpüşürken,
Ne diyorum bir kişi daha;
Alamut kalesinde öpüşürdünüz.
Ona göre gelişirdi her şey,
Yeni bir güzelduyu açılırdı
Bir töre cançekişirken.

Karagözlü hançer, sen; sen, mavi bakışlı kılıç,
Unutulmazlarınızı dökerken birer birer,
İki kişi daha olsa yanınızda,
Mihri´nin vuruluşu ve çantası
Ve elindeki tuğla da gelirdi gündeme;
Daha sonra kesilen barsağı, iki metre;
Kediler uzaklaşırdı ısrarla camdan bakan;
Ne diyorum iki kişi daha.

Kavaldan akan gökyüzü, sen; sen, düşten geçilmez bahçe,
Sınıf arkadaşları, şarap ve tüzük kokan,
Dağın Eskisi´ne iki vadiden seslenirken,
Ne diyorum beş kişi daha olsa yanlarında,
Ama her şeye üçünün bileşkesine varan;
Ne bilim-sanatı Hayyam´ın, ne siyaseti Nazım´ın,
Ne yiğitlik, ne aşk... Bir şey kalmazdı tek başına.
Ahırlarımızda her zaman sana ayrılmış bir at vardı.

Ve sen sonunda bir gün çıkar gelirsin diye,
Çok şeyin adı küçük yazıldı;
Silinmez anlar vardır,
Karşı konmaz özlemler,
Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık
Bağırıp duruyorum ya, şurda,
Sen yaz sonu ilan eden güzel keten,
Güneşten yırtılmış caz, sen!''
(Cemal Süreya)

19 Ağustos 2008 Salı

Diftong-2: Habermas & Derrida

''Jürgen Habermas ve Jacques Derrida 1980’lerden başlayarak derin anlaşmazlıklara düştüler ve sonuçta birbirleriyle konuşmaz oldular. Habermas’ın 'Kökenlerin Geçicileştirilmiş Felsefesi Ötesi: Derrida'yı yayınlamasından sonra, Derrida, Habermas’ı örnek göstererek şöyle dedi: 'benim felsefeyi edebiyata, mantığa ya da söz sanatına indirgediğimi söyleyenler, açıkça ve dikkatle beni okumaktan kaçınmışlardır'. Diğer üst düzey postmodern düşünce üyeleri, özelde Jean-François Lyotard, Habermas ile çok daha kapsamlı bir polemiğe girmiş, Philippe Lacoue-Labarthe ise bu polemikleri üretkenlikkarşıtı diye nitelemiştir. Nihayetinde, bu rekabetçi fikir alışverişleri kıtasal felsefe içi ayrımlara denk düşmüş, ağırlıkla anlamlı bir modernlik-postmodernlik tartışmasına odaklanmıştır. Ayrıca 'Postyapısalcılık' vb. terminolojinin Birleşik Devletler'de yoğun trafiği olduğu fakat Fransa'da pek bilinmediği görüşünün, karşılığını, Habermas’ın Fransız çağdaşları anlayışında bulmasına 'kültür savaşları' kavramının da eklemlenmesiyle beraber ortaya çıkan aura, o zamanlar Amerikan akademik çevrelerde fırtına gibi esti. Kısacası: Habermas ve Derrida arasındaki ayrılıklar çok derin olmasına rağmen, ille de uzlaşamazlık yoktu; onları bu ayrılıkların yanlış değerlendirmelerine verilen polemiksel tepkiler ateşliyordu, bu da anlamı olan tartışmaları keskinlikle bastırıyordu. 9/11 sonrasındaysa Derrida ve Habermas sınırlı bir politik dayanışma kurdular ve daha önceki anlaşmazlıkları geride bırakıp “dostça ve açık-fikirli alışveriş” başlattılar, Habermas’ın deyişiyle. Giovanna Borradori'nin 'Terör Çağında Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar'ında, 9/11 ile ilgili bireysel görüşlerini açıkladıktan sonra, Derrida bir önsöz yazarak 'Habermas deklerasyonu'na şartsız imza attığını belirtti. Habermas bir basın görüşmesinde bu deklarasyon için daha öte metin önerdi. Bundan çok faklı şekilde, Geoffrey Bennington, Derrida’nın yakın bir arkadaşı, uzlaşmaya yönelik daha öte bir jest olarak karşılıklı anlaşılabilirlik için bir yapısöküm dökümü önerdi. Derrida her ikisinin yeni görüş alışverişlerine başladığı o zamanlarda son derece hastaydı ve Habermas-Derrida ikilisi bu durumu geliştiremediler, öyle ki önceki anlaşmazlıklara esaslı olarak tekrar dönemediler ve Derrida ölmeden iyice tartışma firsatı bulamadılar. Bununla birlikte, bu en son işbirliği bazı bilimcilere benzer durumları, yakın ya da eski olsun, birbirleriyle karşılıklı olarak yeniden gözden geçirme cesareti verdi.''
NOT: Vikipedi'nin 'Jürgen Habermas' başlıklı maddesinin ilgili bölümü düzeltilerek aktarılmıştır.

Sekülerleşme

''sekülerleşme kavramı başta hukuksal bir kavram olup, kilise mülkünün seküler devlet gücüne zorla devredilmesi anlamında kullanılıyordu. kavramın söz konusu anlamı daha sonra bir btün olarak kültürel ve toplumsal modernitenin oluşum sürecini yansıtmak üzere kullanılır oldu. böylece, kilise otoritesinin devlet eliyle başarılı bir biçimde terbiye edilmesinin mi, yoksa gayri-hukuksal mal edilişinin mi öne çıkartıldığına bağlı olarak sekülerleşme dendiğinde birbirine zıt değerlendirmelerle karşılaşılmıştır. bir yaklaşıma göre, burada dinsel düşünce tarzları ve hayat biçimleri akılcı, en azından akla dayalı eşdeğer biçimlerle ikame edilmekteyse de, başka bir yaklaşıma göre, modern düşünce ve hayat biçimleri haklı sahiplerinden garyi-meşru biçimde çalınan varlıklar olarak gözden düşürülmektedir. ikame modeli modernitenin sihir-bozan, ilerlemeye iyimser bakan bir yorumunu sunarken, mal etme modeli çökmekte olan evsiz-yurtsuz bir modernite yorumunu verir. oysa her iki yaklaşım da aynı hataya düşmektedir. çünkü onlara göre, sekülerleşme sıfır toplamlı bir oyuna benzer: bir tarafta kapitalizm sayesinde zincirlerinden sıyrılmış bilim ve teknolojinin üretici güçleri, öte taraftaysa din ve kilisenin muhafaza edici güçleri bulunmaktadır. modernitenin tahrik gücünü destekleyen liberal kurallara göre oynanan bu oyunda sadece bir taraf kazanabilir, ötekiyse kaybetmek zorundadır. ama böyle bir tarif, sürekli olarak sekülerleşen bir çevre içinde dinsel toplulukların devamı üzerine dayanan post-seküler bir topluma uymamaktadır. böyle bir tarifte, kültür mücadelesinin kakafonisinde bilim ile din arasında adeta üçüncü taraf olarak kendi yolunu çizen ve demokratik olarak aydınlatılmış olan aklı selimin medenileştiren rolü dışa itilmektedir.''

KAYNAK: İnsan Doğasının Geleceği - Jürgen Habermas (Everest Yayınları - 2003)

5 Ağustos 2008 Salı

Diftong-1: Buda & Şiva

BUDA: sanskrit dilinde buddha, asıl adı siddhartha gautama, budizmin kurucusu. uyanan ya da aydınlanananlamına gelen buda sözcüğü özel bir ad değil, örneğin mesih gibi bir sandır. budizmde sayısız buda'nın ortaya çıkabileceğine inanılır; ama tarihin tanıdığı tek buda, gautama buda'dır. gautama'nın ilk vaazının özü şöyleydi: ''evinden ve ailesinden ayrılarak diyar diyar dolaşmaya çıkan kimse, nefsini kayırmak ya da nefsine eziyet etmek gibi iki uç davranıştan uzak durmalı. tathagata (doğruyu bulan kişi, yani buda), bu iki uçtan kaçındığı için, aydınlığa, bilgiye, dinginliğe, uyanışa, nirvana'ya ulaştıran orta yolu (macchima patipada) bulmuş olur''.

ŞİVA: sanksrit dilinde 'görkemli'. hinduizmin en büyük ve en karmaşık tanrılarından biri olan şiva; hem yıkıcı hem yapıcı, hem en büyük çileci hem hem tensellik simgesi, hem ruhların iyicil çobanı hem de gazap dolu öç alıcıdır. bu nitelikler hinduizmde birbirini bütünleyici nitelikleri tek ve belirsiz bir kişide birleştirme eğilimiyle açıklanır.


not: resimler 'octavio ocampo'nun. ilkinin özgün adı 'buddha', ikincininki 'shiva'.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Lars and the Real Girl

Giriş: film ilk olarak if-istanbul'da 'lars sevince' adıyla gösterildi. sonrasında vizyona girmedi ve cd piyasasına 'gerçek sevgili' gibi farklı bir isimle çıktı. başroldeki ryan gosling'e hayran bir sinemasever olarak aylardır merak ettiğim bu filmi cd'den izleme fırsatı buldum. aşağıdaki yazıdaysa filme dair kendimce bir kritik yaptım.


Gelişme: bir film temel olarak yönetmen ve senaristin eseridir. bu bağımsız sinema örneğinde senaryo ayağı gayet yaratıcı ki oscar adayı da olmuş özgün senaryo dalında ancak yönetmene gelince olumlu şeyler söylemek zor. reklam sektörünün ödüllü bir ismi olan yönetmen bu filmden önce başarısız bir komedi filmi çekmiş, ikinci filmiyle daha saygın olan festival filmi moduna girmiş, lakin olmamış. filmi izlerken sahnelerdeki durağanlıkta bir yapaylık bulmuştum. sanki senaryonun ruhunu tam olarak yansıtamıyor gibi hissetmiştim. işkillenip yönetmenin kariyerine bakınca durumu anladım. nasıl daha iyi bir film olabilirdi? öncelikle lars'ın psikolojisini muştulamak adına sakin bir akış yerinde ancak bu akışın film ilerledikçe hızlanması gerekirdi bana göre. nedeni şöyle açıkliyim: lars başlangıçta tamamen nesneleşmiş-şeyleşmiş bir karakter. hatta karakterini dış dünyaya yansıtamıyor, yirmiyedi senenin bastırılmışlığı onu bir taş adam haline getirmiş adeta. ancak öyle bir taş ki biraz rüzgarla kum taneleri gibi unufak olabilecek kadar da kırılgan. filmin başlangıç sahnelerinden birinde iş yeri ortamını görüyoruz. aynı departmanı paylaştığı muzip iş arkadaşı, şişme bebeklerin (realdoll) tanıtıldığı bir siteyi incelerken lars'a sitedeki ürünlerin istenildiği gibi tasarlanıp sipariş verilebileceğini belirtiyor överek. filmin bu ilk bölümünde aynı zamanda lars'ın ev ve aile yaşantısının da kısa bir özetini görüyoruz. ardından ekranda 'altı hafta sonra' ibaresi görülüyor ve lars'ın evine gelen büyükçe bir kargo kutusuyla arkadaşından aldığı gazla bir şişme bebek sipariş ettiğini anlıyoruz. böylece giriş bölümünün ardından filmin gelişme bölümü başlıyor. buraya kadar her şey güzel ancak filmde eleştirilmesi gereken noktanın finale kadar süren dingin gelişme bölümünde olduğu kanısındayım. lars nesneleşmesinin sembolü olarak bir nesne (şişme bebek) sipariş ediyor ve onunla diyalog kurabiliyor. bu diyaloğun vasıtasıyla ailesi ve kasabadaki diğer insanlarla ilişkileri de giderek normalize oluyor. burdaki normalizasyonu şöyle örnekleyebilirim: şişme bebekler normalde cinsel obje olarak satın alınır, bir nevi mastürbasyon aracıdır ancak lars kendi realdoll'uyla salt zihinsel bir ilişki kuruyor. kahramanınımızın anormalliğinin en somut kanıtı bu.filmi izlememiş olanların heyecanını kaçırmamak adına senaryonun geri kalanıyla ilgili bilgi vermiyim ancak şunu söyliyim: bu film lars'ın nesneleşme sürecinden özne olmaya doğru evrilişini anlatıyor bana göre. özne olabilen birey, ilişkilerini de öznelerle kurmayı seçiyor sonuç itibariyle. peki yönetmene yönelik eleştirim ne? lars'ın bastırılmış olanın geri dönüşünü, kendi kişisel devrimini yaşarken geçtiği acılı süreç düz bir çizgi olarak aktarılmış. hayatın normal akışından daha yavaş işleyen bir zihinsel yapıda olan lars'ın, hayatın ritmine ayak uyduruşuna yönetmen seyirci kalmış. eğer filmin ritmi finale doğru giderek artsaydı senaryonun da hakkı verilmiş olurdu diye düşünüyorum zira bu kadar özgün bir senaryoya sahip bir filmin nispeten kıyıda köşede kalmış olması ipleri elinde tutan yönetmenin suçu.


Sonuç: bu filmin edebi karşılığı -biraz alegorik bir yaklaşım olacak ama- bana göre 'ütopya'. sebebiyse şu: lars, travmatik geçmişiyle yüzleşip kendi olabilme macerasını yaşayan bir birey aslında hepimiz gibi. travması ise ortalamanın oldukça üzerinde. onu doğururken annesi ölmüş, babası bu durumu kaldıramamış ve içine kapanıp çocuklarıyla ilişkisini kesmiş, bu duruma dayanamayan abisi evi terketmiş ve lars yapayalnız büyümüş. hatta yalnızlıktan da kötüsü berbat bir baba ile. bu durum babasının ölümüne dek sürmüş ve sonunda abisiyle yengesinin yaşadığı evin yanındaki tek katlı, otel odasını andıran yerde yaşamaya başlamış. gerçek hayatta bu durumdaki yirmiyedi yaşındaki biri, internetten bir realdoll sipariş edip onu etrafına sevgilisiymiş gibi tanıştırmaya başlasa durum daha da kötü olurdu. muhtemelen lars bir akıl hastanesine kaldırıldı. ancak filmimizde lars'ın çevresindeki insanlara bir değnekle dokunmuş senarist. nötr davranan abisi hariç herkes sevgi ve anlayışla yaklaşıyor lars'a. zamanla abisi de geçmişte lars'a yönelik hatalarını anlayıp o da pozitif yaklaşmaya başlıyor. tabii lars'ın çevresindeki en önemli karakter yengesinin tavsiyesiyle gittiği doktor hanım. hekim olmasına rağmen lars'a psikiyatrik bir vaka gibi yaklaşmıyor, onunla bir psikolog gibi ilgileniyor, diyalog kuruyor ki bu ilişki lars'ın özneleşme sürecindeki kilit ilişki oluyor. gerçekte böyle psikiyatr-psikologlar olsa hepimiz mutlu mesut yaşardık ama yazık ki ütopik bir dünyada yaşamıyoruz. filmin bu pembe tablosunun altında yatan duygu ne peki? sanırım 'umut'. bu filmin yaratıcıları belli ki dünyanın seyrine, etraflarındaki insanların hallerine bakıp böyle bir eser yaratma gereği duymuşlar, çünkü umut olmadan yaşamak egoyu aşmakla mümkün yalnızca ve toplumsal bir hayvan olan insan, toplumsal normlara uymak adına egosuna da hapsoluyor ister istemez. işte film bunu aşılıyor, iğne olmayı kabul edenlere. sokağa çıkınca, televizyona bakınca umutsuzluğa kapılmamak için duyarsızlaşmış olmak hatta nesneleşmiş, şeyleşmiş ya da yabancılaşmış olmak gerekiyor. sinemanın büyüsü de burada yatıyor sanırım; en umutsuz zamanlarımızda bizi hayata bağlayabilmesinde. sinemaya, geniş anlamıyla sanata, temsil dünyasına ihtiyaç duymayanlar ise zaten bizi hasta edenler, kendi mikroplarını bize bulaştıranlar değil mi? sonuç olarak bu film fazla ses getirmemiş, ödülleri toplamamış da olsa, çıkış noktasıyla iyi bir sinema filmi; günbegün katılaşan, yahut tekleyen kalplere zerk etmeye çabaladığı umut iyi bir çıkış noktası.