29 Mayıs 2008 Perşembe

Psikoterapi

Son zamanlarda nerdeyse her türlü ruh hali, hayat sorunu ya da kişilerarası sorunun çözümü için insanlara terapi yaptığını söyleyen uzmanlıklarının ne olduğu belli olmayan çok çeşitli uygulamalar gündeme gelmiş durumda. Başarılı olmak için, mutlu olmak için, kendini iyi hissetmek için, güzel olmak için vs. diye çoğaltılabilecek sloganlarla, özellikle internet ortamında kendini tanıtanlardan geçilmiyor. Bu kişilerin çoğunluğunun eğitimleri ve donanımları hakkında net bir bilgiye rastlamak mümkün değil. Ancak tanıtımlarında yaptıkları işin çok bilimsel ve hatta tıbbi bir iş olduğunu ima eden bir söylem egemen. Oysa psikoterapi çok uzun süreli bir eğitimi gerektiren ve başlangıçta doktorlarca yapılmaya başlanan bir tedavi uygulaması. Türkiye’de de tıbbi tedaviler sadece doktorlarca yapılması gereken uygulamalar. Toplumda psikoterapinin ne olup ne olmadığı ve kimin tarafından yapılması gerektiği gibi konularda belli bir bilgi eksikliği var.

Tanım: Eğitilmiş bir profesyonel tarafından sözel ve sözel olmayan yöntemler ve iletişim aracılığıyla; hastanın ruhsal sorunları ya da davranış bozuklukları ile ilgili varolan belirtileri ortadan kaldırmak, onları değiştirmek ya da geriletmek, bozuk davranış kalıplarını düzeltmek ve pozitif kişilik özelliklerinin gelişmesini sağlamak amacıyla uygulanan profesyonel tıbbi tedavi yöntemleri genel olarak psikoterapi olarak adlandırılır.

Tarihçe: Psikoterapi, ruhsal kaynaklı olduğu düşünülen bir sorunun tıbbi olarak tedavisinde kullanılan bir uygulama olarak ilk kez Freud tarafından 19. yüzyılın sonlarında kullanılmıştır.
Freud"un yöntemi bugün klasik psikanaliz olarak adlandırılmaktadır. Daha sonra Freud"un izleyicilerince onun kuramı ve yöntemini temel alan çok değişik kuramsal yaklaşımlar ve uygulama teknikleri içeren çeşitli psikoterapi yöntemleri geliştirilmiştir.
Günümüzde psikanalizin temel kuram ve kavramlarını bir şekilde içerisinde bulunduran bu yöntemlerin tümü "psikodinamik psikoterapiler" adı altında gruplandırılmaktadır.
Yirminci yüzyıl boyunca psikodinamik psikoterapilerden hem kuram hem de uygulama biçimi yönlerinden farklı olan iki ana psikoterapi yöntemi daha geliştirilmiştir. Bu yöntemler ‘Bilişsel’ ve ‘Davranışçı’ psikoterapilerdir. Ancak bu ana psikoterapi okullarının dışında çok sayıda kuramsal yaklaşım ve uygulama tekniği vardır. Öyleki yapılan bir listeleme çalışmasında '250'den fazla psikoterapi türü saptanmıştır.

Psikoterapilerin Ortak Özellikleri: Bir kişi ya da grup ile kurulan ve temelde yoğun emosyonel boşalımların yaşandığı ilişki biçimidirler, özellikle tedavi yeri olarak hazırlanmış bir yerde yapılırlar, kişinin yaşantıladığı sorun, sıkıntı ya da ıstırabı açıklayan bir kuramsal modele ve iyileştirmeye yönelik bir yönteme sahiptirler, uygulandıkları kişi ya da gruba sorunlarının kaynakları ve onlardan kurtulma yollarını içeren seçeneklerin bilgisini sağlarlar, herhangi bir terapi türü ya da yöntemine özgü olmayan yollar aracılığıyla uygulananın kendilik saygısını artırmayı amaçlarlar, başa çıkabilme, üstesinden gelebilme, başarılı olma yaşantısını sağlarlar,duygularını tanıma ve zenginleştirmeyi sağlarlar.

Psikoterapi Türleri: Psikoterapi uygulanan kişi ya da kişilere göre; bireysel ve grup psikoterapileri. Kuramsal temel ve uygulama teknikleri açısından; destekleyici psikoterapi, yeniden eğitici psikoterapi, yeniden kurucu psikoterapi.

Kuramsal temel ve uygulama teknikleri açısından psikoterapi türlerinin tanımı:
»Destekleyici psikoterapi:
Destekleyici psikoterapilerde amaç mümkün olan en kısa sürede hastanın belirtilerinin iyileştirilmesi ve hastanın kendi bütünlüğü içinde ruhsal yönden bir denge haline ulaştırılmasıdır. Bu amaçla varolan savunmaları güçlendirmek, denetimi sürdürmek için daha iyi ve yeni düzenekleri geliştirmek ve uyumu yeniden kurmaya yönelik bir teknik kullanılır. Destekleyici psikoterapilerde hastanın kişilik yapısını değiştirmeye yönelik bir girişimde bulunulmaz, ancak olumlu bir değişiklik gözlendiğinde de bu durum desteklenir. Destekleyici terapilerde hastanın tam bir “iyileşmesi” değil ona sıkıntı veren belirtilerin ortadan kaldırılması temel alınır.
Destekleyici terapilere örnek olarak rehberlik, ortam terapileri, uğraşı terapileri gibi ilgilerin dışsallaştırılmasına yönelik terapiler, müzik, drama gibi yaratıcı sanat terapileri verilebilir.
»Yeniden eğitici psikoterapi:
Yeniden eğitici psikoterapilerde amaç hastanın düşünce ve davranış biçimi ile ruhsal sıkıntıları arasındaki ilişkinin ona gösterilmesi ve sağlıklı davranış örüntülerinin geliştirilmesinin sağlanmasıdır. Yeniden eğitici psikoterapi yöntemlerinde de hastanın bilinçdışı, nevrotik çatışmalarının ya da bozuk kişilik özelliklerinin araştırılması ve değiştirilmesi amaçlanmaz. Ancak bu özelliklerden kaynaklanan davranış örüntülerinin hastanın ilişki kurma biçimi ve ilişkilerine olan etkisinin ortadan kaldırılmasına yönelinir. Yeniden eğitici psikoterapilere örnek olarak davranışçı, bilişsel, danışan merkezli psikoterapiler, evlilik ve aile terapileri, psikodrama verilebilir.
»Yeniden kurucu psikoterapiler:
Hastanın bilinçdışı çatışmalarına yönelik içgörü kazandırma ve hastanın karakter yapısının değişmesi ve yeniden sağlıklı bir kişiliğin kurulmasının amaçlandığı psikoterapilerdir.
Yeniden kurucu psikoterapi türünü diğer iki türden ayıran en önemli özellik “içgörü” nün geliştirilmesidir. Destekleyici psikoterapilerde içgörü ile ilgilenilmez, yeniden eğitici psikoterapilerde içgörünün geliştirilmesi hedeflenmez ancak oluştuğunda güçlendirilir. Yeniden kurucu psikoterapilerde ise temel amaç belirtilerin kaynaklandığı bilinçdışı çatışmalara karşı hastada bir içgörünün geliştirilmesinin sağlanması ve bu yolla hastanın karakter yapısının değiştirilmesidir. Yeniden kurucu psikoterapilere örnek olarak klasik freudcu psikanaliz, ego analizi, nesne ilişkileri terapisi, psikanalitik yönelimli psikoterapi, transaksiyonel analiz, varoluşsal analiz verilebilir.


Son olarak vikipedi'nin (http://tr.wikipedia.org/) tanımını da aktarayim zira google'da 'psikoterapi' yazıp aratmanın sonucu; birkaç iyi makale dışında tüccarların kucağına düşmek demek...

''Psikoterapi, bireylerin duygusal ve davranışsal sorunlarının çözümünü, ruh sağlıklarının geliştirilmesi ve korunmasını amaçlayan tekniklerin genel adıdır. Psikoterapi her zaman sadece tek tek bireyleri konu almaz, zaman zaman incelenen tüm bir ailenin etkileşimsel meseleleri zaman zamansa incelenen bir çiftin birbiriyle olan ilişkisindeki bazı sorunların ruh sağlığı temelindeki kökleri olabilir. Ruh-zihin sağlığına dair sorunların psikolojik, sosyolojik veya somatik boyutları olabilir. Terim psiko ve terapi formlarından oluşur ki, psiko Yunanca psukhe "ruh, zihin"den, terapi ise Yunanca therapeia "iyileştirme"den türemiştir. Psikoterapi, daha olgun ve uygun bir ruhsal denge sağlamak amacı doğrultusunda zihinsel ve duygusal bozukluk gösteren hastalarla düşünce ve duygu alışverişi kurularak yürütülen bir tedavidir. Çok genel bir başlık altında söylemek gerekirse, duygusal çatışmaları çözümleyen, bu çatışmalardan doğan kaygı ve gerginlikleri, çökkünlükleri azaltan, ruhsal uyum düzeyini artıran, kişilerarası ilişkileri daha olgunlaştıran tüm teknik ve yöntemlere psikoterapi denilebilir.''

28 Mayıs 2008 Çarşamba

Fotoğraflarla İnsanlık Tarihi







Color Awards adlı fotoğraf yarışmasında finale kalan eserler arasından beşini seçerek kendimce bir kompozisyon düzenledim. Benim insanlık tarihime tercüman oldu bu kareler... Her şey doğanın dengesiyle başladı, ardından evrimle türler ortaya çıktı ve iyi kötü denge devam etti... Hayat mücadelesi dışında hiçbir hayvan birbirine zarar vermedi. Derken uygarlaştık, kültürel varlıklardık artık. Ahenk vardı görüntüde, ilerlemenin en ucundayız diyenlerin şehirlerinde... Afrika, kayıp kıta! İnsanlık tarihini yanlış yorumluyorduk belki de. İlerlemeyse istikamet koca bir kıta niye gider gerisin geriye? Olmayana ergi idi okuduğumuz insanlık tarihi belki de. Sonuç: teknoloji ve enformasyon çağı. İlk parlak işaret televizyon: 'parlaklığıyla gözlerimizi kamaştıran ve hayatlarımızın parıltısını soluklaştıran'..

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Türkiye Singapur olur mu?*

Çok sık yaşamaya başladığımız internet sansürü, ülkemizi İran ve Çin gibi ülkelerle aynı kefeye koyuyor. Popüler video paylaşım sitesi 'YouTube'a Türkiye'den erişim halen serbest bırakılmış değil. Neredeyse bir aydır devam eden erişim engeli, Türkiye için de büyük prestij kaybı anlamına geliyor. Dünyada sadece Çin ve iran gibi, katı yönetim anlayışının hüküm sürdüğü ülkelerde uygulanan sitelerin yasaklanması uygulaması, ne yazık ki ülkemiz de, giderek artan bir hızla aynen uygulanıyor. Ülkemizde yaşanan yasaklamalar zaten başlı başına kötü reklam anlamına geliyor olsa da, yasakların uygulanma şekli de bir o kadar düşündürücü. Yasaklar bazen mahkemelerin, interneti düzenleyen 5651 sayılı kanunla belirlenen suçlardan birini işlediği düşünülen siteler hakkında engelleme kararı alması ile hayata geçiyor. Bu kararın hemen ardından, Telekomünikasyon Kurumu da siteye erişimi yasaklıyor. Buraya kadar her şey düzgün gibi görünebilir. Ancak yapılan ikli uygulama tepki vermek için yeterli. Bunlardan ilki, kapatılan sitelerin neden kapatıldığı, hatta kapatıldığı hakkında hiçbir bilgi verilmemesi. Öyle ki, bazı sitelerin sahipleri bile, kapatılma kararını, yasak uygulamaya konduktan sonra öğrenebiliyor. Tepki alan ikinci bir uygulama ise, Telekomünikasyon Kurumu'nun, bazen e-posta yoluyla gelen şikayetler doğrultusunda bile sitelere erişimi engelliyor olması. Bugün küçük bir araştırma yapıldığında, internet üzerinde yayın yapan yabancı ajans ve basın organlarının hemen hepsinde, Türkiye ile ilgili bu tip haberler bulmak mümkün...

Siteler gibi oyunlar da yasaklanıyor. Bunun son örneği de Singapur. Burada yaşanan son olay, sansürün aslında sadece yapılmak için yapıldığı gibi görünüm veriyor. Mass Effect, Microsoft'un Singapur'da yasaklanan ilk oyunu oldu. Yasağın nedeni ise, oyun içerisindeki bir sahne. Bu sahnede, kadın bir asker, kadın bir alien ile 'yakınlaşıyor'. Sahne, iki kadının konuşmaları ile başlıyor. Kısa süre sonra kadın asker elini kadın alien'ın yanağına götürüyor ve birbirlerine yaklaşıyorlar. Singapur'da, tek bir sahne nedeniyle yasaklanan Mass Effect, Avustralya'da '15 yaş ve üzeri' etiketiyle satılıyor. İngiltere ise, oyunu '12 yaş ve üzeri' kategorisinde değerlendiriyor. İngilizler, oyunla ilgili şu nota yer veriyor: 'Tek bir seks sahnesi, kısa ve detaysız'. Notta ayrıca bu sahneye ulaşmak için belli seçimler yapmak gerektiği de belirtiliyor. Örneğin, eğer karakteriniz erkekse, bu durumda iki kadının böyle bir sahnesiyle karşılaşmıyorsunuz. İşin ilginç kısmı, Singapur'da, yine erotik sahneler içeren God of War'ın yasaklanmamış olması. Daha da garibi, iki erkek ya da iki kadının birlikte olabildiği, hatta evlenip öpüşebildiği Sims 2'nin bile Singapur'da serbestçe satılıp oynanabiliyor olması. Mass Effect'i yasaklayan The Media Development Authority'nin, God of War ya da Sims 2'yi yasaklamak gibi bir planı olduğu da düşünülmüyor. Kısacası Mass Effect, sansüre uğramak için rastgele seçilmiş bir kurban gibi görünüyor. Yeni yasakların gelip gelmeyeceğini ise zaman gösterecek.


* hürriyet gazetesi'nden derlenmiştir. derleme gereği duymamın sebebiyse haberdeki gereksiz ve ajite cümleleri çıkarmış olmamın yanısıra youtube'un yasaklanmasıyla ilgi görünen bir habere tıklayıp alakasız olarak singapur'la ilgili bir yasağın haberin yarısını kaplamış olduğunu görmem. işbu gazete türkiye'nin en güçlü gazete ama haber başlığı ile içeriği örtüşmüyor bile! onların atamadağı başlığı ben attım bu yüzden. youtube'un yasaklanması değil rastgele yasaklama asıl endişe verici olan. dansözlük yapmadan belirtmek lazım bu durumu: kimliğimiz belirsiz... çin ve iran'a mı yakın olucaz avrupa kültürüne mi? yoksa singapur ve malezya gibi arada derede savrulacak mıyız? asıl soru bu.


EK: yazıyı yolladıktan sonra google'da arattım 'türkiye, singapur olur mu?' cümlesini.
Milliyet'ten 'Metin Münir' adlı yazar daha önce bu başlığın benzeriyle bir yazı yazmış yeni öğrendim. o yazıyı aşağıya ekledim zira çarpma bir başlık değil benimki belirtmek isterim:

Malezya'yı boş ver, Türkiye Singapur olur mu?
İngiliz İmparatorluğu 1950'lerde Uzakdoğu'da sökülürken bir Singapur bir de Malaya vardı. Malaya Yarımadası'nın bulunduğu yerdeki topraklar 1957'de bağımsızlıklarını kazandılar ve Malaya Federasyonu olarak dünya sahnesine çıktılar. 1963'te Singapur da katılınca federasyonun adı Malezya oldu. Birliktelik uzun sürmedi. Malezya şimdi nüfusu 24 milyonun üzerinde olan, Müslüman Malayların çoğunlukta olduğu bir ülkedir. Büyüklüğü 330 bin kilometrekare civarındadır. Singapur ise nüfusu dört milyonu biraz geçen, 640 kilometrekarelik küçük bir adadır. Malezya'ya nüfusunun yarısını meydana getiren Malaylar hâkimdir. Bundan sonraki en büyük nüfus yüzde 24 ile Çinlilerdir. Halkın yüzde 60'tan fazlasının dini Müslümandır. Gerisinin çoğu Budist, Taoist, Hindu falandır. Singapur'da ise Çinliler çoğunlukta (yüzde 77) Müslüman Malaylar azınlıktadır (yüzde 14).Malezya, iktidarı Çinlilerle paylaşmak istemedi. Singapur'u 1965'te federasyondan attı. Kötü eğitim sistemiO zamanlar her iki yer de çok yoksuldu. Kişi başına düşen milli gelir yılda 400 dolar civarındaydı.Bugün Singapur'da kişi başına düşen gelir 30.000 dolar civarındadır. Malezya'da ise 6.000 dolar civarındadır. Türkiye'de olduğu gibi. Neden yarışa eşit başlayan bu iki ülke arasında beş kat milli gelir farkı var?Singapur'un ilerlemesinin nedeni temiz, ehliyetli ve randımanlı çalışan bir hükümete ve dünyadaki en iyi eğitim sistemlerinden birine sahip olmasıdır. Singapur rüşvet ve yolsuzluk liginde en iyi durumda olan ilk üç ülke arasında yer alıyor. Malezya ise Türkiye'nin yaptığı (ve yapmakta devam ettiği) hataların tümünü yaptı ve geride kaldı. Siyasi istikrarsızlık, rüşvet ve yolsuzluk, nüfusu meydana getiren dini ve ırki grupların çatışması, kötü bir eğitim ve yargı sistemi Malezya'nın en belirgin nitelikleridir.Singapur'un en büyük başarılarından biri nüfusunun yüzde 33'ünü meydana getiren Malay ve Hintlilerin din ve kültürlerini yaşamada tam özgürlük sağlaması ve onlara hem yönetimde hem de özel sektörde fırsat eşitliği tanımasıdır.Malezya (Türkiye gibi) bu konuda sınıfta kaldı.Son birkaç aydır "Türkiye Malezya olur mu?" sorusuna çok mürekkep harcandı. Soru yanlış. Türkiye çoktan Malezya oldu. Hep Malezya idi aslında da biz yeni farkına vardık. Sorulması gereken soru, "Türkiye Singapur olur mu"dur.Ama olmak bir yana, bu soruyu sormak bile daha kimsenin aklına gelmiyor. (Metin Münir)

15 Mayıs 2008 Perşembe

Extra-Mücadele*

Memed Erdener, bugün de sürdürdüğü grafikerlik mesleğinin getirdiği minimal görselliği, grotesk bir anlatımla birleştirmişti, doksanlı yılların başında avangard çizgisiyle diğer mizah dergilerinden ayrılan Deli'de yayınlanan köşelerinde. Yapıtlarındaki deneysel niteliği öne çıkardığı ve güncel sanatın özerk diline yaklaştırdığı çalışmalarını daha sonra Extramücadele adını verdiği kişisel proje çerçevesinde biraraya getirdi.**







* 'extramücadele' onbir yıldır süren kültürel bir proje. tanışıklığım 'sanalmüze' sayesinde oldu. http://www.sanalmuze.org/ adresinde yer alan '60 yıl 60 sanatçı' başlıklı sanal sergide gördüğüm bir çalışma ilgimi çekti ve internet sitesinden tüm işlere bakma gereği duydum. fazla etkilendiğimi söyleyemem ancak yine de kendimce bir seçme yaptım ve buraya yerleştirmekten keyif aldım. öncelikle sayfanın en üstünde bu üstün mücadele çabasını keşfetmeme vesile olan görsel ve ardından http://www.extramucadele.com/ 'dan seçtiğim eserler, türkiye ile başlayıp yine türkiye ile tamamlanıyor... bir 'blogcu' olarak arada bir tıkladığım kişisel yazılar dışında genelde bu tip görsel seçmeler yapmaktan hazzalıyorum zira herkes pek bir new-age mi yoksa imana mı geldi bilmiyorum ('önce söz vardı' ya!) ancak web 2.0 her geçen gün ağzı olanın konuşmasına benzer bir ruh haliyle chat kalitesinde yazılarla dolup taşıyor ki yazıların çoğu da amerikayı yeniden keşfetme çabasıyla bilinçsizce klavyeye alınıyor sanki. muhtemelen benimkilerin de çoğu dahildir bu eleştiriye. bu bağlamda daha az söz, daha çok göz zira benim için 'önce göz vardı'.

** erden kosova'nın extramücadele internet sitesinde yer alan tanıtım yazısından alıntı.


14 Mayıs 2008 Çarşamba

EV: Beden & Zihin Mekanı


temelde güvenlik amacıyla sığındığım mekandır ev. güvenle uyur, yeni güne başlarım. dışarı öncelikle para kazanmak için çıkarım. param varsa harcamak için çıkarım. parayı bir kenara bırakırsam; insanlarla buluşmak, topluma karışmak ya da şehrin nadir doğal yerlerinden birinde arınmak, trafik zor gelirse yaşadığım semtteki bir parkta vakit geçirmek için. son olarak ise evde bedensel ya da zihinsel ihtiyaçlarımı gidermek için gerekli şeyleri edinmek maksadıyla çıkarım ki ironik ama evden çıkmaktaki temel sebebim genellikle eve dönüş olur.
* * *

a) Beden Mekanları

ev, bedensel güvenliğimin yanısıra zihinsel sağlığımı korumak adına da şehir yaşamının merkezidir benim için. bu bağlamda evi ikiye ayırırım. öncelikle 'beden mekanları' olarak adlandırdığım yatak odası, banyo-tuvalet ve mutfak gelir. sevişme mahalline çevrilmiyorsa eğer yatak odası, uyanık olunan -ortalama- onaltı saatte vakit geçirilen bir yer değildir. banyo-tuvaleti; günaşırı duş, her gün bir kaç kez tuvalet ihtiyacı ve lavabo için kullanırım doğal olarak. mutfak, tek başınayken, atıştırılan ve bulaşıkların yıkandığı bir yerdir yalnızca. yuvarlak hesapla şahsım için beden mekanları; yatak odası için sekiz saat, banyo-tuvalet ve mutfak için birer saatten toplam on saatin geçirildiği yerlerdir. peki ya geriye kalan koskoca ondört saat? işte bu noktada uygarlığın getirdiği refah sayesinde günün büyük bölümü, bedenin ihtiyaçları giderildikten sonra zihni tatmin etmek için geçirilir. beden yalındır; arada bir 'beni yıka' der, acıkınca mide devreye girer ve 'atıştır' der, ve son olarak boşaltım organları devreye girer. temel olarak beden girdi-çıktı döngüsüne ihtiyaç duyar. tüm gün meditatif bir halde olsanız dahi en basitinden nefes alıp vermeniz gerekir.

b) Zihin Mekanları

asıl mesele ise 'zihin mekanları' dediğim oda ya da odalardır. kendi zihnime de üstbilişsel bir anlayışla beden temelli yaklaşırım yani zihin bir şeylerin girip çıktığı bir olgudur. ancak zihin mekanlarını kompleks hale getiren durum 'nakledilen doku parçası' anlamındaki gref sözcüğünde yatar zira beyin, gref malzemesi olamayacak tek organdır ve zihin beyinle ilişkilidir. bilinçli ya da farkında olmayan zihin ihtiyacından fazlasını tüketir. bilinçlenmek için ideal yol ise aynen bedende olduğu gibi zihnimizde de girdi-çıktı sürecini aktif hale getirmektir. bu noktada zihin mekanlarını irdelemek gerekir.
hem evde olup hem de evin dışındaki 'insanlarla veya mekanlarla' iletişim halinde olmanın teknolojik yolları: televizyon, telefon ve internettir. geleneksel yollar ise basılı kaynaklardır ki kitaplar, filmler ve albümler başta gelir. tv, belirli sayıda kanalların seçim işlemi dışında iletilen olunan bir aygıttır ve derinliği yoktur. temel faydası, evimiz dışında gerçekleşen ve gitme olanağımız olmayan bir aktiviteye araç olmasıdır. örneğin spor müsabakaları ve güncel bir örnek olarak bu gece oynanacak uefa kupası finali. bu futbol maçı manchester'da oynanacak ve kendimi paralasam da gidip yerinde izleme olanağım yok. işte bu noktada televizyon araç haline getirilmiştir. tabii spor dışında canlı yayınlanan herhangi bir kültür faaliyeti veya güncel bir olay da televizyonu araç olarak kullanmanın yollarıdır ki yine güncel bir örnek olarak bu akşamki cannes film festivali açılış töreninin canlı yayınını verebilirim. manchester'a nasıl gidemiyorsam cannes'a gitme şansım da yok. hatta şöyle düşünülünce tv'nin değeri daha iyi anlaşılır: zengin dahi olsam, cannes'daki açılışa gidip ardından da manchester'daki maça yetişmemin imkanı yok. sadede gelirsem: kritik nokta tv'yi 'amaç' haline getirmemektir. bunun en somut ifadesi 'tv izliyorum' cümlesidir. tv izlemek, tv'de yayınlanan şeyden öte tv'nin karşısına oturup rastgele vakit geçirmenin önemsendiğinin kısa ifadesidir lakin tv kanallarının temel amacı nettir: 'reklamlar aracılığıyla para kazanmak'. bu durumda o aptal kutusunun nesnesi olarak aptal pozisyonuna düşmemek için izleyicinin de amacı olmalıdır. yukarıda örneklerini verdiğim evimizin dışında vuku bulan canlı aktiviteler veya olaylar hariç tv'nin yegane olumulu kullanım amacı sinemada izleme olanağı bulunamayan filmlerdir zira sinema filmlerini canlı izlemek gibi bir olgu söz konusu değil. son olarak paragraf başında belirttiğim gibi tv de diğer teknolojik aletler gibi 'insanlarla ve mekanlarla' iletişim halinde olmanın bir yoludur ki gitme imkanı olmayan veya gitmek için fikir vermesi açısından farklı ülkeler veya yurtiçi illeri tanıtan gezi programları veya belgeseller de faydalıdır. kısacası televizyon, ev dışında olunamayan yerleri evinizin içine taşıyorsa hakkı veriliyordur. bunun dışında tüm stüdyo programları(haberler dahil) ve salt tv için yapılan her şey zihni köreltir. siz kendi stüdyonuzdayken, niye başkalarının stüdyolarına seyirci kalasınız ki? ya da niye kalayım ki? evet. kalmayayim. telefona gelince; ev dışında görüşme imkanı olmayan, eve girmesi istenmeyen veya dışarıda buluşulacak insanlarla sözleşmek için konuşulursa amacına ulaşan bir nesnedir. cep telefonu ise saçmalıktır. bahsetmek bile istemiyorum. internetse diğerlerine nazaran derin bir teknoloji. artık içinde telefon ve televizyonu da barındıran bir medya. tv izlerken bir 'çıktı' şansı yoktur. telefonda konuşulur ve bu bilinçlenmeye yarar ancak muhabbet kısa kesilmelidir zira sadece ses vasıtasıyla (görüntülü telefon da en az cep telefonu kadar uyuz olduğum bir yenilik ve değinmeden geçiyorum) 'öznelerarası' ilişki kurulamaz. internnette ise birçok çıktı yöntemi var; yazı, ses, görüntü... bunlardan biri ya da birkaçı tüketilir (girdi) ve karşılığında zihninizi yansıttığını düşündüğünüz ürün aktarılır (çıktı). internete bağlanmadan önce aynen tv ve telefonla kurulan ilişkide olduğu gibi amaç belirlemek kritiktir. temel kriter şu olsa güzel olur: 'tüketmek için, üretmek için veya ikisini birarada yapmak için bağlanıyorum'. ikinci kriter ise 'ne, nasıl tüketilecek veya üretilecek'. kendimizce bu sorulara cevap verebiliyorsak o zaman internet, bilinçlenmek için nefis bir araç olabilir.
teknolojik imkanların dışında geleneksel yöntemler olan kitaplar ve günümüzde yaygın olan film-albüm formatı olan cd'lere sıra gelir. geleneksel yöntemler temel olarak teknolojik yöntemlerden televizyona benzer zira tüketilir ama çıktı o anda söz konusu değildir. en fazla yapılabilecek abukluk şarkıya eşlik etmek ve hatta coşarak dans etmektir. yalnızken bu tip aksiyonlarda bulunmak ruh sağlığına zararlıdır. bir kankanı yahut varsa sevgilini çağır dans et, beraber eşlik et şarkıya.. olmadı çık evden, bunun için uygun mekanlar var... tabii kitap ve yoğuntekerlerin (cd) teknolojik araçlardan derin bir ayrımı vardır ki o da şudur: amaç ev dışındaki insanlarla iletişim kurmak değildir zira okunan yazarın, dinlenen müzisyenin, izlenen yönetmenin kendilerini kültürel ifade yöntemleridir bu eserler ve amacı kendindedir. kendindedir zira bir anlık bilinç ışıması veya farkındalık hissiyatı bürünebilir zihnimize. girdi-çıktı döngüsünün kırılmasında yardımcı olabilirler. ampül gibi ışıdığını hisseder, aydınlandım tribine girip kıçının üstünden kalkmayabilirsin ağrıyana dek veya cinnet geçirip bir delilik yapabilirsin. kısacası bu geleneksel nesneler, üreticilerinin öznelliğinin en üst noktasıdır. sizi var edebilirler ancak yokolabilirsiniz de.
sonuç itibariyle ev içi iletişim yöntemleri mcluhan'dan ilham alarak denebilirkiikiye ayrılırlar; basım çağı ürünleri olan kitap ve cd ile elektronik çağ olarak adlandırılan günümüzün araçları olan tv, telefon, internet. şahsen yazının önceki bölümlerinde de sıkça kullandığım üzere bu ayrımı geleneksel-teknolojik iletişim olarak tanımlıyor ve hiçbirini diğerinden üstün olarak algılamıyorum. hepsi biraraya gelir ve sonuç: 'gestalt' (parçalar biraraya gelir ve parçaların toplamından daha büyük bir şey ortaya çıkar). yani günümüz insanının yansımalarıdır tüm araçlar. kendi insan tanımımızı yapmak için ve daha önemlisi kendi toplumsal rolümüzü belirlememiz için hepsi işe yarar. tabii marjinal bir kişilik toplumda rol almak istemediği sonucuna varıp münzevi bir hayat da sürebilir ama bu yollardan geçmeden bu karar nasıl verilebilir ki?

c) BEdeN/ZİhiN

bu yazıda evsizler ve gezginler hariç hemen hepimizin içinde yaşadığı yerler olan ev ne menem bir yerdir kendimce tartışmak istedim. evi, klasik olarak yapıldığı gibi oda oda düşünmek yerine beden/zihin ikiliği üzerinden tanımladım. ancak işlerin karıştığı bir noktaya da gelebiliyor insan... bu kritik nokta zihni algılama biçimim olan 'girdi-bilinç-çıktı' izleğinde merkeze yerleştirdiğim bilinç kavramı ki bunu açıklamak ayrı bir yazının konusu zira bilinç üzerine yazılmış bir çok kitap, yeni yeni ayrı bir disiplin halini almayan başlayan bilinç-bilimi ve bugüne dek yapılmış yüzlerce tanım mevcut. örneğin isteyen bilinç yerine farkındalık sözcüğünü de kullanabilir. benim kastettiğim kısaca şu: bilimsel bilinç tanımlamalarıyla, farkındalık kavramını kapsayan bir sözcük olarak bilinç; bir nevi modern tıp ve tamamlayıcı tıbbın eklemlenmesi gibi düşünülebilir. insanı insan yapan şey olarak gördüğüm bilinç, zaman zaman yitip gidebiliyor, zihin bulanıklaşabiliyor. işte bu noktada bilinçli olmak bir lanet gibi algılanabiliyor. böyle melankolik zamanlarda bedenin temel ihtiyaçları karşılanmış olsa dahi bedene ağız yoluyla sokulan ekstra maddelerden başka çare yokmuş gibi hissedebiliyor birey ki bu an çaresiz hissedilen bir an. bu gibi çaresizlik anlarında örneğin alkol kullanmak ağız yoluyla yapılır, bedenseldir ancak hedef zihindir ki bu yüzden hassas bir konudur. bedenin bir ihtiyacı yoktur, bütündür ancak beyin bir şeyler ister: nikotin, kafein, alkol vs. işte evin üçüncü kullanım alanı budur. ev, melankoli hakimse eckhart tolle deyimiyle acı-beden mekanına veya tam tersine coşkuyu arttırmak için zevk-beden (bu kavramı kıçımdan uydurdum) mekanına dönüşür. evin bu üçüncü boyutuna geçişin sebebiyse bilinçli girdi-çıktı yöntemlerinin izlenmemiş olmasıdır. ya zihinsel ihtiyaçlardan fazlası tüketilmiştir ya da ihtiyacının farkında olmayan birey gerekenleri tüketmemiştir. tüketimin yansıması olarak üretim anlamında da benzer şeyler yaşanabilir. madalyonun iki yüzüne de esnekliği elden bırakmadan dikkatle bakılabilirse -ki sanırım anahtar kavram 'esnekdikkatlilik'- üçüncü boyuta farkında olarak geçebiliriz ki o zaman yaşamımız renklenmiş olur. ancak içimizdeki zoraki dürtüleri kontrol edemeyip üçüncü boyuta geçiyorsak; işlerin yolunda gitmesini beklemek, depoya benzin doldurmadan arabanın yolda gitmesini beklemeye benzer. arabayı kullanan benim, tamam, ama onun da ihtiyaçlarını göz ardı etmemeliyim... her şey benim elimde değil sadece direksiyonu tutuyorum. işte zihin arabaysa bilinç de depodur. arada bir durup göstergeye bakmak, nefes almak gerekir aksi takdirda yolda kalmak işten bile değildir...
* * *

tüm yazılanlar ev denen yerde vuku bulan tek kişilik yaşantılar temel alınarak yazılmıştır. bu eylemlerin tümü farklı özne ya da öznelerle paylaşılabilir veyahut hiçbiri yapılmayıp herhangi bir araç kullanmadan birebir veya çoklu etkileşime geçilebilir ancak bu durum ev dışı her türlü mekanda her an toplumsal yaşamın bir gerçeği olarak cereyan ettiği için ev temasının haricindedir ve kamusal alanlara dairdir.



free online visitor stat counter

11 Mayıs 2008 Pazar

Tanrının Kapısı* / Adalet Tanrısı**






* Babil'in Türkçe anlamı
** Bağdat'ın Türkçe anlamı

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Joan Miro






Modern sanatın önemli temsilcilerinden birisi
olan Miro'nun; dünyaya, mekana, nesnelere ve
biçimlere farklı bir bakışı vardır. Onun
resimlerine bakan bir kişi, dünyayı; mercekleri
mizah ve hayal gücü olan Miro- mikroskobu'ndan
seyretmiş olur. Artık gerçek dünyada göremediği,
farkına varamadığı başka bir dünyanın sırlarına
adım atmıştır.
Resimlerinde ve her tür sanatsal üretiminde
böylesine farklı bir dünya yaratmayı başaran
Miro, 20 Nisan 1893 günü Barselona'da dünyaya
gelmiştir. Kişiliğindeki Katalan özellikler her
zaman belirgin olmuştur. Sanatçı; "Biz
Katalanlar eğer havaya sıçranmak istenirse
ayakların yere sağlam basılması gerektiğini
düşünürüz." derken de Katalan kimliğini
vurgulamaktadır.
Miro'nun vurguladığı bu Katalan düşünce
tarzının, onun bir sanatçı olarak ulaşacağı
zirvenin temeline zemin hazırlamış olduğu da
anlaşılmaktadır. Daha erken yaşlarında sanat
eğitimine yoğunlaşarak, ayaklarını yere sağlam
bastığı görülür. İlk öğrenimini sürdürürken
desen kurslarına katılmış; babasının isteği
üzerine ticaret okuluna devam etmek zorunda
kaldığında, bir yandan da Lonja Güzel Sanatlar
Akademisi'ne yazılmıştır (Picasso kendisinden on
yıl kadar önce bu okulda eğitim görmüştü). Ancak
1910 yılında sanat eğitimini bırakmak zorunda
kalmış ve bir ticari firmada memur olarak
çalışmaya başlamıştır. Sanatçı olma
hayallerinin, duyguların en yoğun şekilde
yaşandığı bu genç yaşında kesintiye uğraması,
onu bir hayli sarsmış gözükmektedir. Çok
geçmeden ruhsal bunalıma sürüklenmiş ve
Barselona yakınındaki Montroig'de dinlenmeye
çekilmiştir.

Ailesinin sanattan uzak kalmanın oğullarına
yaramadığını anlamasıyla, onların da desteğini
alan Miro, 1912 yılında Barselona'da Gali'nin
sanat okuluna kayıt olmuştur. Miro'yla yakından
ilgilenen Francisco Gali, ona betimlediği
nesnelere dokunmasını öğütlemiş, ilk ciddi
sanatsal edinimleri kazandırmıştır.
Barselona'da, Miro'yu bir sanatçı olarak
besleyen pekçok şey vardı: yerel kiliselerdeki
Bizans freskleri, onda büyük bir hayranlık
yaratan Gaudi'nin yapıları, içine girdiği sanat
ortamı ve kitaplar aracılığıyla tanıdığı çağdaş
sanat... Buradaki eğitimi sırasında, önce
Fransız romantisist ve realist resim
geleneklerini, ardından izlenimci ve geç-
izlenimci sanatçıları tanımıştır. 1916- 1918
arasına tarihlenen ilk resimleri, daha çok
Cezanne ve Van Gogh etkileri taşımaktadır.

Fakat Miro, aynı sıralarda Picasso ve Matisse
gibi çağdaş ustalara da ilgi duymaya
başlamıştır. 1915 yılında Galerias Dalmau
(Dalmau Sanat Galerisi) etrafında yoğunlaşan
coşkulu sanat ortamına dahil olan Miro, kısa bir
süre sonra resimlerini galeri sahibi Dalmau'ya
göstermiştir.

Bunlar, çoğunlukla fovizme yakın çalışmalardır.
1917 tarihli bir resim olan Kuzey- Güney isimli
natürmort çalışması, ilk dönem resimlerindeki
fovist etkileri açıkça ortaya koymaktadır.
1917 yılı, aynı zaman Galerias Dalmau'da ilk
sergisini düzenlediği ve Francis Picabia ile
tanıştığı yıldır. Picabia'nın makine formlarıyla
düzenlediği resimlerine büyük bir hayranlık
duymuştur. 1918 tarihli resmi Eşekli Bostan,
fovist etkilerin yanı sıra ayrıntıcı, geometrik
düzenlemenin hakim olduğu bir üsluplaşmaya
yöneldiğini göstermektedir.
Barselona'nın öncü sanat ortamında bir ressam
olarak kendine yer edinmiş olan Miro, 1919
yılında sanatın başkenti Paris'e gider. Burada
kendisini son derece yakın bir şekilde
karşılayan Picasso aracılığıyla, Fransız
sanatının öncü isimleriyle tanışmıştır: "Paris
beni tamamıyla allak bullak etti." diye
yazmaktadır bir arkadaşına; "ve son derece
yararlı bir şekilde". Miro, Paris'e zorluk
çekmeden uyum sağlamış ve Masson, Leiris,
Artaud, Max Jacob, Tzara gibi sürrealist
çevreden pekçok önemli isimle tanışmıştır. 1920
sonlarına doğru, rue Blemet'de bir atölye bulan
sanatçı, bu tarihten sonra kışları Paris'te yaz
aylarını ise Barselona'da geçirmeye başlamıştır.
Paris sonrası döneme ait erken çalışmaları
arasında 1919 tarihli iki resim; Aynalı Nü ve
Picasso tarafından satın alınan Oto- portre
özellikle dikkat çekicidir. Kübist ve fovist
etkilerin belirgin olduğu bu çalışmaların
ardından, 1921- 22 yıllarına tarihlenen Çiftlik
gelir. Burada, Paris öncesi bir çalışması olan
Eşekli Bostan'ın üslubunu bir adım ileriye
taşımaktadır. Miro, 1925'de Sürrealistlerin ilk
sergisine, çok sayıda imge ve ayrıntıyla dolu
olan bu resmiyle katılmıştır. İlk önemli
çalışmalarından birisi olan Çiftlik, 1922
yılında ünlü yazar Ernest Hemingway tarafından
satın alınmıştır.
1922- 23 yıllarına tarihlenen Karpit Lambası,
obje- mekan ilişkisine yoğunlaştığı bir
resimdir. Bu resim, Miro'nun kendine özgü bir
resim dili geliştirmeden önceki son
çalışmalarından birisidir. 1923- 24 yıllarında,
o zamana kadar bağlı kaldığı geometrik, primitif
gerçekçilikten farklı bir üsluba yönelik
çalışmalar üretmiştir. Yaz mevsiminde, Barselona
yakınındaki Montroig'de kaldığı zaman dilimi
içerisinde, bütün enerjisi ve birikimini
yoğunlaştırarak üzerinde çalıştığı Sürülmüş
Toprak, Miro'nun sanatındaki üslupsal değişimin
erken ürünlerinden birisidir. Düz sarı bir
zemin, neredeyse tüm mekanı tanımlamaktadır.

Çiftlik adlı resmindeki ayrıntıcı yaklaşım devam
etmekte, ancak imgeler yeni bir tanımlamayla
belirmektedir. Deformasyona uğrayan, biçimleri
değişen nesneler, bu resimde Miro nesneleri
olmaya doğru ilk değişimlerini yaşamaktadırlar.
Aynı döneme ait Katalan Peyzajı'nda ise, iyice
soyut bir anlam kazanmış olan ilk gerçek Miro-
nesneleriyle karşılaşırız. Bunlar, çoğunlukla
belli semboller olarak tasarlanmamışlardır.
Resimlerinde düzenli olarak yer alan kadın, kuş,
ayak, merdiven gibi imgeler, sembolik ya da
ikonografik anlamlar taşımazlar. Ama, sadece
soyut birer biçim olarak da tanımlanamazlar.

1924- 1925 tarihli Harlequin Karnavalı'nda,
mekanın sunumundaki sadeleşme devam etmektedir.
Resim yüzeyini yatay olarak ikiye bölen bir
çizgi ve resmin sağ üst köşesindeki pencere tüm
mekanı tanımlamaktadır. Bu mekanın içerisinde,
çoğu boşlukta sallanan çok sayıda imge yer alır.
Bir kısmı tanımsız bir kısmı deforme nesnelerden
oluşan bu imgeler, adeta mekanı ele geçirmeye,
onu yok edip mekansız bir düzlemde varolmaya
çalışmaktadırlar.
Paris sanat ortamında kendisine yer edinen Miro,
yeni proje teklifleriyle de karşılaşmıştır. 1926
yılında, bir başka ünlü sürrealist Max Ernst ile
birlikte, Diaghilev'in Rus balesi için Romeo ve
Giulietta dekorları hazırlamıştır. Onların bu
çalışması, sürrealist çevreler tarafından
eleştirilmiştir.

Miro, 1928 yılında Hollanda'yı ziyaret etmiş ve
aynı yıl, bu ziyaretin izlerini taşıyan iki
resmi tamamlamıştır. 17.yüzyılın iki Hollandalı
ressamı; Hendrick Maertensz Sorgh'un Ut
Çalgıcısı ve Jan Steen'in Kedinin Dans Dersi
adlı resimlerinden yola çıkarak Hollanda İç
Mekanı I ve Hollanda İç Mekanı II adlı
çalışmaları gerçekleştirmiştir. Bunlarda da;
sade mekan sunumu, girift Miro figürleriyle
dengelenmiştir.

Evlendiği yıl olan 1929'da, Hayal Portreleri
serisine başlamıştır. Prusya Kraliçesi Luisa bu
seriden bir örnektir. Düz, geniş renk
lekeleriyle tanımlanan mekan içerisinde, tek
başına duran şekilsiz bir figür yer almaktadır.
Mizah duygusuyla somutlanan düşsel imgeler ve
renkli düzlemlerle tanımlanan soyut bir mekanın
belirgin olduğu Miro resimlerini Brauner,
resimsi- şiir (picto- poetry) olarak
tanımlamaktadır. Breton ise, Miro'yu büyük bir
biçim şairi olarak kabul etmeden önce şu şekilde
tanımlamıştır: "Kişiliği çocukluk evresinden
ileri geçememiş, bu nedenlerle ayrıntılardan,
eşit olmayıştan ve oyundan korunamayan biri."

Pekçok sürrealistin aksine Miro, resimlerini
hızlı bir şekilde yapmıyordu. Sürrealizmin temel
yaklaşımlarından birisi olan otomatizmi
kullanmamış ve resimlerini uzun ve titiz
çalışmalar sonunda tamamlamıştır.

Hayatı boyunca sanatın her türlü teknik ve
malzeme olanaklarını deneyecek bir sanatçı olan
Miro, 1930'lu yılların başında, bazı asamblaj ve
kolaj denemeleri yapmış ve böylece tuval
resminin ötesine geçen çalışmalara
yoğunlaşmıştır. Paris ve New York'da
sergilerinin düzenlendiği bu dönemde, sanatçıyı
en fazla etkileyen olay, 1936- 1940 yılları
arasında yaşanan İspanya İç Savaşı'dır. Miro, bu
dönemde İspanya'ya gidememiştir. İç savaşın da
etkisiyle, biçim dünyası vahşete bürünmüş ve
dehşet karabasanları fırçasının ayrılmaz bir
bütünü olmuştur (Kadın Başı, 1938) . 1937 Paris
Evrensel Sergisi'nde İspanya Cumhuriyeti pavyonu
için Biçme- Makinesi isimli bir duvar resmi
yapmıştır.
Aynı yıl, üzerinde beş ay boyunca çalıştığı Eski
Ayakkabılı Natürmort adlı resmini bitirir.
Konunun ağır bastığı ve nesnelerin ilk kez
sembolik çağrışımlar yaptığı bu resimde; şişe,
kesilmiş bir somun ekmek, çatal batırılmış bir
elma ve ayakkabı gibi nesneler konuyu
tanımlamaktadır: "Bu resim iç savaşın gölgesi
altındaki İspanyol köylülerini simgelemektedir."
Resim, aslen politik yönü çok ağırlıklı olmayan
Miro'nun, iç savaştaki faşistlere duyduğu derin
tepkiyi yansıtmaktadır. 1937- 1938 yıllarına
tarihlenen Oto- portre ise, savaşın sanatçı
üzerinde yarattığı gerilimi yansıtmaktadır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine Miro,
İspanya'ya dönmüş ve sürekli olarak Palma de
Mallorca'ya yerleşmiştir. Bu izolasyon döneminde
mistik edebiyatı okumuş, Mozart ve Bach
dinlemiştir. 1942 yılına kadar Takımyıldızları
adını verdiği guvaşlara yoğunlaşmıştır. Bunlar,
1945'de New York'da Pierre Matisse Gallery'de
sergilenmiş ve yeni ortaya çıkmakta olan soyut
dışavurumcu Amerikan sanatçılarını etkilemiştir.
Ünlü Amerikalı soyut dışavurumcu ressam Arshile
Gorky'nin Angajman II (1947) adlı resmi bu
etkilenmeyi açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Miro'nun sanatsal üretimin her alanına duyduğu
ilgi, onun 1944 yılında, gençlik döneminden beri
tanıdığı İspanyol seramikçi Artigas'la birlikte
ilk seramiklerini üretmesiyle sonuçlanmıştır.
"Seramiğin parıltısı beni baştan çıkarttı"
demektedir. 1958 yılında Artigas'la birlikte
UNESCO için yaptığı seramik duvar, Miro
üslubunun ustalıklı bir yorumudur.
Miro, savaş sonrası dönemde seramik dışında
heykel ve litografi çalışmalarını da
sürdürmüştür. 1947 yılında ilk kez Amerika
Birleşik Devletleri'ne gitmiş, burada 1950
yılında Harvard Üniversitesi için bir duvar
resmi yapmıştır.

Miro'nun Amerika'yla bağlantısının artması, onun
1960'lı yıllarda soyut dışavurumculuktan
etkilenmesine yol açmıştır. Böylece yeni ortaya
çıktıkları dönemde genç Amerikalı soyut
dışavurumcuları resimleriyle etkileyen Miro,
şimdi onların temsil ettiği sanat anlayışından
etkilenmektedir.
1955- 1959 yılları arasında seramik ve tahta
oymaya yoğunlaşan sanatçı, neredeyse hiç resim
yapmamıştır. 1983'deki ölümüne kadar, sanatın
her alanında aralıksız üreten ve ürettikleriyle
kendine özgü bir dünya yaratan Miro, modern
sanatın sıradışı isimlerinden birisi olarak
sanat tarihinde önemli bir yere sahiptir.



KAYNAK: www.lebriz.com

Hayat & Satranç arası benzerlikler





Melanistik Zihin


1.parça:
gözler ve kulaklar temel işlevini yitirir gece...
görmek için değil okumak için bakar gözler,
duymak için değil dinlemek için açılır kulaklar.
okunanlar güncel değil içsel metinler olur,
dinlenenler sokağın değil gecenin sessizliği.

2.parça:
tatma ve dokunma kendini bulur gece...
ağız, yemekten çok içmek için açılır,
eller, tutmak için değil dokunmak için uzanır.
ve zihin, yaşamak için değil ölmek için çalışır gece...

3.parça:
anlamı, bulup bulup kaybetmek için sevilir gece.
sokaklar senin, rastlamazsan bir yaşayan ölüye,
ama unutma; ölüler karanlığı bekler deliğinde.

4.parça:
gün hasta gece hasta, biri albino diğeri melan,
kavramlar, kavrar zihnini her gece...
insanlar, kaplar zihnini her yeni günde...
sana kalan ya şafak ya güneşin batışıdır sadece.