20 Ocak 2009 Salı

Göçmek

aşağıdaki denemede 'göçmek' fiili şu iki anlamıyla ele alınmıştır:
1) Yerleşmek amacıyla mahalle, köy, şehir veya ülke değiştirmek.
2) Ölmek.
------------------------------------------------------------------

hiç hatırlanmayan o ilk yıllar, bebeklik; daha sonra hiç gidilip görülmemiş bir yerde geçmiş. yaşanan boşanmayla, parçalanmış ailenin annesi, çocuklarını alıp şehrin karşı yakasına, ebeveyn ocağına sığınmış elinde küçük bir bavulla. ve baba, tek başına yaşayacağı bir alkolizm yuvası tutmuş kendine, arada bir ailesinin üzerine kabus gibi çökmeyi ihmal de etmeden yıllarını içerek geçirmiş. anne ve çocukları bir kaç yıl sonra kendi evlerine çıkmışlar, geniş aile dağılmış, yarı-çekirdek olarak tabir edilebilecek şekilde, aynı mahallede, bir çocuk parkının hemen yanındaki izbe bir eve yerleşmişler. sonra fırsatını bulup aynı apartmanda bu kez, parka bakan tarafta bir daireye geçmişler. bir süre sonra yine aynı mahallede çocukların okuluna yakın bir ev tutmuş aile reisi olan anne. reisin kendisi de aynı bahçeyi paylaşan ilkokulla ortaokulun orta kısmında öğretmenmiş aynı zamanda. böylece ailece evden işe işden eve bir kaç sene geçmiş, gitmiş. sonra tayini çıkmış annenin uzak bir anadolu şehrine, basmış istifayı ve özel sektörün çarklarının arasına dalmış korkusuzca. bir dershanede başlamış çalışmaya, ama uzakmış şehrin varoş görünümlü bu mahallesinden yeni iş yeri. ve çocukların da okullarıyla ilişiği bitmiş olduğundan bu kez şehrin göbeğinde bir yere göçmüşler. işte burada uzuun yıllar geçmiş. evin kızı, oğlanın ablası öğrenimini tamamlamış, iş hayatına atılmış ama istanbul'un yozlaşmış insan ilişkilerine, paranın yiyip tükürdüğü salyalı ruhların hayaletine fazla dayanamamış, atmış kapağı uzaklara, akdenize. işte bu, sözcüğün hakkını veren bir taşınmaymış, tam bir göç, daha ötesi ülke değiştirmek olabilirmiş ancak. ve oğlanla anne başbaşa kalmışlar şehrin göbeğinde. aradan on sene geçmiş... tam on altı senedir oturdukları evin sahibi bir süre önce 'göçünce', merhum ev sahibinin varisi azgın bir kapitalist zihniyetle mahkemelik etmiş, bezdirmiş evin reisini, o hayatı boyunca hep adil olan anneyi. sonunda, tam on altı senenin sonunda yine şehrin göbeğinde, komşu ilçedeki yakın bir semte göçme hazırlıklarına başlamışlar. annenin yıllar süren iki kişilik çalışmasıyla, emeğiyle nihayet ideal denebilecek bir eve taşınıyorlarmış...

oğlan tüm bunlar olurken kendi alemindeymiş. küçüklüğünde çok zeki olduğu söylenirmiş, üstün başarılıymış. ama yıllar geçtikçe bir ağırlık çökmüş üstüne, kara bulutlar perdelemiş gözlerinin ufkunu. sonunda öyle bir noktaya gelmiş ki tek çıkış yolunun 'göçmek' olduğu sonucuna varmış. ama ne zaman, nasıl, nerede ve hatta kiminle sorularına bir türlü cevap bulamıyormuş. ve zaman içinde cevaplar zihninde belirginleşmeye başlamış;
ne zaman mı? yeni eve göçtükten sonra, onu tanımayan insanların olduğu bir muhitten kalksın istiyormuş cenazesi.
nasıl ve nerede mi? joker gibi delice kahkalar atarak uçmak istiyormuş boşluğa şehrin klasikleşmiş bir yerinden. önce bir kuş, sonra bir balık, ve sonunda bir hiç olarak göçmeyi diliyormuş.
ve kiminle? nasıl büyüdüyse, bu noktaya nasıl geldiyse öyle. yalnızlığıyla başbaşa nasıl büyüdüyse, ruhu nasıl çürüdüyse öyle ölmek istiyormuş.

bu sözcükler onun son çırpınışlarıymış...
biri hariç kimse bilmezmiş şu gerçeği;
göçülecek yeni ev, zihninin kuytu bir dehlizinde huzureviymiş oğulun.
istanbul'un boğazıysa hiçliğin mekanı, varlığın evi.

yaşlanmak nasıl izafiyse, göçmek de bazen bir başlangıç, bazense bir sonmuş.
bir varmış, bir yokmuş...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Ben & İd

'' Ben & İd, Freud'un en çok bilinen kuramı olan Yapısal Teori'nin (bkz. id-ego-süperego) temelinin atıldığı metindir.

Yapısal teori insan ruhsal işlevini esas olarak bilinç ve bilinçdışı kavramlarıyla düşünen ve fenomenolojik açıdan çok daha "deneyime yakın" bir yaklaşım olan eski topografik kuramı bir kenara atmamış, genişletmiştir. Bununla beraber yapısal teori getirdiği birçok yeniliğe rağmen bazı sakıncalar da taşır. Bunlardan ilki yapısal teorinin jargonunun psikanalizin bilgi alışverişinde bulunabileceği komşu bazı biyolojik disiplinlerin dilinden kopuk olmasıdır. İlk metapsikolojik yaklaşımların dürtü, içgüdü, bilinç, bilinçdışı, duygu, fikirsel temsilci vs. gibi kavramlarıyla konuşulduğunda biyoloji kökenli disiplinler ne dendiğini, neden söz edildiğini anlamaya daha yatkındır; bu kavramlarla ifade edilen süreçlerin homo sapiens beyninin ne gibi işlevlerine denk düştüğü konusunda belli bir seviyede de olsa tartışma imkânı vardır. Halbuki yapısal teori ile birlikte özerk bir zihinsel aygıt modeli ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna karşılık Kris, Rapaport, Erikson, Anna Freud ve özellikle Hartmann gibi bazı psikanalistler "organizma", "uyum" vs. gibi biyolojik göndermeleri olan kimi kavramları korumakla beraber yapısal teorinin en azından bazı bakımlardan akademik psikolojinin diliyle uyumlu hale getirilebileceğini düşünmüş ve bu yönde çaba harcamışlardır. Sonuç itibariyle "Ben Psikolojisi" bir dönem psikanalize egemen olan ekol haline gelmişti.

Ben ve İd, psikanaliz tarihinde yapısal teori gibi bir dönüm noktasına işaret etmenin ötesinde de önem taşır: Oidipus kompleksi. Oidipus kompleksi ile ilgili tezler Freud'un tüm eserine yayılmış ve daima merkezi bir önem taşımış olmakla beraber hiçbir zaman başlıbaşına ele alınmamıştır. Ben ve İd psikanaliz için büyük önem taşıyan bu kompleksin insan kişiliğini ve nevrotik gelişimini niçin ve nasıl etkilediğini anlatan önemli metinlerden biridir. Bugünkü bilgilerimiz bakımından söz konusu kompleksi nasıl ele alabiliriz? Oidipus kompleksi kavramı psikanalizin incelediği hemen hemen tüm insan dürtülerinin ve evrensel temalarının; cinsellik, saldırganlık, kıskançlık, rekabet, intikam, öç alınma korkuları, sevgi, ahlak, ensest yasağı vb. evrensel gibi görünen çatışmalı insan gerçekliğinin erken anne-baba-çocuk üçgeninde nasıl örgütlendiğini anlatır. Oidipus kompleksinin evrenselliği tezi antropolog Malinowski'den beri tartışılmış bir konudur. Bu tipte tartışmaları güdüleyen en önemli neden insan kültürleri ve tarihine özerk ve doğabilime bağlanamayacak bir alan açma çabası gibi durmaktadır. Son iki yüzyıllık fikir tarihi, Herder'den Foucault'ya kadar çok farklı düşünürleri ortak bir paydada bir araya getiren ama tipik örneğini tarihselcilik akımında bulan ve insan kültürlerini yerellik ve dönemsellikle sınırlayarak benzemezlikleri bakımından vurgulayan yaklaşımlarla, kötü örneklerini pozitivist akımların verdiği evrensel yönleri ön plana çıkaran yaklaşımların tartışmasına sahne oldu. Bununla beraber giderek tablonun değiştiğini, kolaylıkla pozitivizme indirgenemeyecek evrenselci yaklaşımların ortaya çıktığını görmekteyiz. Freud'un kurmaya çalıştığı şekliyle psikanaliz kuramı bu yeni evrenselci yaklaşımların ilk örneklerinden biridir.

Son iki yüzyılın entelektüel arkaplanını oluşturan tartışmanın yerelleştirip dönemselleştirmeye yatkın kanadı, yakın bir geçmişe kadar doğabilimsel olanın evrensel ve sürekli tekrarlayan bir yapısı olmasının, buna karşılık kültürel olanın tarihte ve coğrafyada büyük bir çeşitlilik göstermesinin önemli bir kanıt oluşturduğuna inanıyordu. Öyle ki, tarihi-kültürel bir olay tarihte yalnız bir kez olur; biriciktir, tekrarlamaz. Oysa doğa olayları sürekli tekrarlar. Bu açıdan doğa ve kültür bir karşıtlık içinde görünür. Ancak bu karşıtlık tezi günümüzde etkisini yitirmektedir; doğa olayları da biriciktir. Beş milyar yıldan daha önceki zamanlarda dünya ve güneş yoktu ve anlaşıldığı kadarıyla beş milyar yıl sonra olmayacak. Güneşin her gün tekrarlayan bir şekilde doğduğunu sanmamız onun bir "beyaz cüce"ye dönüşmeye yönelik fiziksel sürecindeki günlük farkların hissedilemeyecek kadar az olmasından kaynaklanıyor. Evrenin (uzay ve zamanın) oluştuğu onbeş milyar yıl önceki büyük patlamayı izleyen inanılmaz kısalıktaki zaman dilimleri içinde ne evrenin temel yapı taşları (leptonlar, bozonlar, kuarklar) ne de dört temel kuvvet (çekim, elektromanyetik, güçlü ve zayıf çekirdek kuvvetleri) bugünkü gibi bir dağılım gösteriyordu. Aynı deney koşullarında daima aynı sonucun alındığı da doğru değildir; böyle bir tekrarlama belli bir zihinsel soyutlama açısından geçerlidir ve kuantum mekaniği düzeyinde de bütün geçerliliğini yitirir. Gerek dünyanın jeolojik dönemleri gerekse gezegenimiz üzerindeki canlılık olayları önemli evrimler göstermiştir. İstanbul'un fethi tarihte bir kez olmuş ve benzersiz bir olaydır ama fiziksel olarak da bir kez olmuş ve benzersiz bir olaydır. Kısaca gezegenimiz üzerinde yer alan insan kültürlerini canlılığın evriminin ortaya koyduğu ilginç bir doğa olayı olarak ele almamak için hiçbir neden yoktur.

Son iki yüzyılın entelektüel tartışma arkaplanını, Freud'u izleyen bazı bilimadamı ve filozoflar değiştirme yoluna girmiştir. Fransız antropolog Lévi-Strauss evrensellik-tarihsellik çerçevesinde düğümlenen doğa-kültür karşıtlığı tezine bir başka ve görünüşte yukarıdaki yaklaşımın tam tersi bir açıdan ilginç bir yanıt getirmeyi denemişti; bütün kültürel çokbiçimliliğine rağmen söylencelerin temel yapıları ve toplumsal örgütlenmelerin temelini oluşturan akrabalık yapılarının kültürel çokbiçimliliğinin altındaki ensest yasağı evrenseldir. Keza Amerikalı dilbilimci Chomsky de tarih ve coğrafyada büyük çeşitlilik gösteren insan dillerinin evrensel bir derin grameri olduğunu savunmuştu. Bu görüş hâlâ geçerliliğini korumanın ve yeni kanıtlar bulmanın ötesinde günümüz dilbilimcileri onüçbin yıl önce dünyada sadece beş temel dil bulunduğuna, hatta daha eski dönemlerde yalnızca bir tek dil olduğuna dair bulgular elde ettiler ve aralarında bazıları bu dilin yaklaşık yüzelli kelimesine ulaşabildiklerine inanıyor. Bir yandan doğal olanın giderek daha çok tarihsel olana benzemeye başladığı diğer yandan kültürel olanın da evrenselleşmeye başladığı günümüzde doğa-kültür karşıtlığı tezi geçerliliğini yitirirken Oidipus kompleksinin evrenselliği tezi konusunda ne söylenebilir? Oidipus kompleksinin antropolojik önemi nedir? Oidipus tarih ve kültürler içinde çeşitli biçimler ve görünümler alabilen derin bir evrensel yapı olarak mı düşünülmelidir? Bu soruya evet yanıtını vermek gerektiği kanısındayım; Freud belli bir tarihsel-kültürel döneme özgü bir Oidipal yapılanmayı evrenselleştirmek istediğinde yanılmış olabilir. Ama anafikrinin doğru olduğuna inanmamız için pek çok neden vardır; gerçekten de Oidipus kompleksi çeşitli şekillerde tezahür eden antropolojik bir derin yapı gibi durmaktadır. Neden? Bu soruya verilecek yanıt ciltler dolusu bir tartışmayı gerektirir; burada yalnızca bazı satır başlarını vermekle yetinmek zorundayım. Öncelikle Oidipus kompleksinin niçin bir yapı olduğunu görelim. Paris Göstergebilim Okulunun öncüsü A. Julien Greimas temel anlambilimsel bir yapıdan söz edebilmek için siyah-beyaz gibi, aralarında karşıtlık bağıntısı bulunan ikili anlambirimsel öğelerden hareket etmemiz gerektiğini söyler. Bu öğelerden her biri aynı zamanda kendisinin başka bir bağlamda karşıtı olan yeni bir öğeyle bağlantılı olmalıdır. Bu yeni öğe de hem başka bir anlam bağlamında bir başka öğeyle karşıtlık ilişkisinde olmalı hem de diğer ikili karşıtlığın kendisine karşıt olmayan öğesiyle birbirini varsayan bir bağ içinde olmalıdır. İlk bakışta karışık gibi duran bu en basit anlam yapısını Oidipus kompleksi bakımından ele almak kavramamızı kolaylaştıracaktır. Oidipus kompleksi iki karşıtlık sistemi üzerine oturmuştur; nesil farkı ve cinsiyet farkı. Böylece kendi aralarında ikili karşıtlar oluşturan dört öğe ortaya çıkar; kadın-erkek ve erişkin-çocuk. Bu dört öğenin Oidipal yapılanmayla ortaya çıkardığı kümelenmenin öğeleri şunlardır; erişkin kadın, erişkin erkek, çocuk kadın, çocuk erkek. Bu kümelenmede her bir öğe bir anlam bağlamında diğeriyle karşıtlık içindeyken diğer anlam bağlamında diğer öğeyle karşıtlık içindedir; çocuk kadın cinsiyet bağlamında çocuk erkekle karşıtlık içindedir ama çocuk erkekle erişkin erkek arasında nesil bağlamında karşıtlık vardır. Erişkin erkekse çağrışımsal olarak erişkin kadını varsayar ve onunla cinsiyet bağlamında karşıtlık içindedir. Ve halka çeşitli kümelenmelerde birbirine bağlanarak döner gider. Böylece Oidipus kompleksi en yalın anlambilimsel yapılardan birini oluşturur ve nesillerle cinsiyetler arasındaki karmaşık ilişkileri ensest tabusu çevresinde anlam bakımından düzenler. Oidipus kompleksinin evrenselliğinde en çok tartışılan konu babanın işlevidir. Her ne kadar anne-çocuk ilişkisi büyük kültürel farklılıklar gösteriyorsa da, bu ilişki geniş ölçüde fizyolojiktir (eski tabirle doğaldır). Oysa babanın işlevi tamamen "kültürel" gibi durmaktadır; babayı çocuğa bağlayan görünür bir fizyolojik ilişki (hamilelik ve çocuğun doğmasında erkeğin hormonlarında ve organizmanın yapısında bir değişiklik oluşmadığına göre) yoktur. Bu durumda erişkin erkeğin çocuk ve erişkin kadın üzerinde hak ve yükümlülük iddia ederek kendini "baba" konumuna oturtması tamamen kültürel, belki de doğal olandan kültürel olana geçişi sağlayan bir müdahaledir. Nitekim Malinowski'nin Trobrian adası yerlilerinden yola çıkarak Oidipus kompleksinin evrenselliği tezine karşı çıkarken dayandığı kanıt, bu toplumda "baba"nın çağdaş Batı toplumlarında gözlenen hak ve yükümlülüklere sahip olmamasıydı. Oysa Malinowski'nin gözden kaçırdığı nokta, ciddi bir ensest tabusu olan bu toplumda benzeri hak ve yükümlülüklere bir başka erişkin erkeğin, "dayı"nın sahip çıkmasıdır. Doğumla beraber erkek bedeninde belli bir değişikliğin olmaması erkekte beyin yapılanması itibariyle içgüdüsel bir çocuk ilgisizliği olduğu anlamına gelir mi? Mevsimlik monogam birçok kuş türünün erkeklerinde böyle bir babalık içgüdüsü olduğunu biliyoruz. Bu noktada kendi türümüzün biyolojik özelliklerini ve beyin örgütlenmesini daha iyi tanımamız gerekmektedir.

Üç buçuk milyar yıllık canlılık tarihinin yaklaşık son yüz-yüzelli bin yıl gibi kısa bir zaman diliminde varolan homo sapiensler, arkaik homo sapiens türünün Güney Afrika'daki marjinal bir mutantı olarak zenci ve muhtemelen dişi bir tek hayvandan türemiştir. Geniş ölçüde arkeolojik bulgulara dayanarak ama daha kesin bir dille konuşabilmemizin nedeni bugün tüm dünyaya yayılan homo sapienslerden alınan doku örneklerinin birbiriyle tamamen özdeş mitokondrial DNA ihtiva etmesidir. Mitokondrial DNA sadece dişiden gelir ve milyon yılda yüzde iki-dört oranında mutasyona uğrar. Bu durumda insan soyu iki yüz bin yıldan daha eski olmayan bir zamanda bir tek ortak ve muhtemelen dişi atadan gelmiş olmalıdır. Homo sapiens (insan), arkaik homo sapiens adı verilen başka bir insansı türden gelir. Burada ayrıntısına giremeyeceğimiz birçok arkeolojik bulgu ve beyinlerinin kafataslarında bıraktığı izlerden arkaik homo sapienslerin de el işareti ve bedensel jestlere daha çok yer veren, muhtemelen kelime hazinesi ağırlıklı olarak emir kipi fiilere dayanan, isimlere daha az oranda yer veren bir dille anlaştığını biliyoruz. Yani ilk insan vahşi doğanın bağrına düşüp de kültürü kurmamıştır; insan kültürün içine doğmuştur. Kültür insanın doğal yaşam tarzıdır; doğal ortamıdır.

Türlerin evriminde ortaya çıkan her bir yeni özellik diğeriyle girift ilişkiler içinde birbirini etkiler. Bu nedenle insansı türlerin altı-yedi milyon yıl öncesine kadar geri giden iki ayak üzerinde durmasının, bunun sonucunda vücut yapısında oluşan değişikliklere bağlı olarak doğum yollarının değişmesinin, kafa ve beyin hacminin gelişmesinin, buna karşılık bir batında doğan çocuk sayısının azalmasının, alet yapma, konuşma ve toplumsallaşma gibi becerilerin karşılıklı olarak birbirini nasıl koşullandırarak bir "evrimsel baskı" oluşturduğunu anlatmak burada üstlenemeyeceğim kadar kapsamlı bir çaba gerektirir. Sonuç itibariyle, homo sapiens türünde hamilelik süresi uzamış olmasına rağmen her doğum bir erken doğumdur. Çünkü homo sapiens beyni doğumdan sonra diğer hiçbir türde görülmeyen oranda büyümeye devam eder. Bu durum, insanın doğal ortamı olan kültürün beyinin işlevleri üzerinde önemli bir etkisi olmasının, dolayısıyla insanda hangi özelliğin kalıtsal olarak belirlendiği, hangi özelliğinse kazanılmış olduğuna karar vermeyi güçleştirmesinin ötesinde, başka hiçbir türle karşılaştırılamayacak kadar uzamış bir çocukluk, yani bağımlılık dönemi anlamına gelir. Öte yandan çalışması en çok enerji gerektiren organ olan beyni büyümüş, buna karşılık çeşitli evrimsel nedenlerle midesi küçülmüş olan türün yüksek enerji değeri olan besinlerle beslenmesi gerekir. Bu durum dişi homo sapiens'in gerek uzun hamilelik gerek uzun annelik döneminde ciddi yardım almasını gerektirir. Bu evrimsel gereksinim yüksek bir toplumsal dayanışmayla çözülebilirdi. Nitekim homo sapiens bakımından öne çıkan özellik, sese dayanan konuşmayla birlikte toplumsal dayanışmadır. Öte yandan dişi homo sapiens'in diğer primatlardan farklı olarak östrus çevriminden menstrus çevrimine geçmiş olması ve yılın her dönemi cinsel olarak aktif olması erkeğin ilgisini başka hiçbir türde gözlenmeyen oranda dişiye çevirmesine yol açmıştır. Bütün bunlar evrimsel açıdan erkek homo sapiens'in güçlü babalık içgüdüleri geliştirmiş olmasını gerektirir. Nitekim sosyobiyolojik gen stratejisi modelleri bakımından dişi ve erkek hamo sapienslerin monogam olmasını gerektirecek bir neden olmamakla birlikte insan yavrusunun yukarda ifade ettiklerimden daha fazla nedenle türün devamlılığını sağlayacak nadir ve değerli bir genetik taşıyıcı haline gelmiş olmasından dolayı, erkeğin de çok fazla spermatozoit üretmesine rağmen ortaya çıkan yavrularını sahiplenme eğilimi güçlü olmalıdır. Burada kısaca ve birkaç ana nokta çerçevesinde ifade etmeye çalıştığım nedenlerle erkek homo sapiens'in çocuklar ve dişi üzerinde diğer hiçbir primat türünde gözlenmeyen oranda artmış bir ilgisi vardır. Bu ise Oidipal yapılanmanın evrenselliği tezinde en çok tartışılan noktayı; erişkin erkeğin babalık işlevini pek de kolayca reddemeyeceğimizi gösterir.

Sonuç itibariyle Freud sadece psikanalizin değil muhtemelen gelecekte kurulacak yeni bir disiplin gibi duran psikobiyoloji'nin de öncüsüdür. ''


KAYNAK:
Saffet Murat Tura - http://www.metiskitap.com/
(ilgili kitabın ben&id adlı makale için yazılmış önsözü)

11 Ocak 2009 Pazar

İd-Ego-Süperego

* İD:
kişiliğin temel sistemidir. Ego ve süperego ondan ayrımlaşarak gelişir. kalıtsal olarak gelen, içgüdüleri içeren ve doğuştan var olan psikolojik eğilimlerin tümüdür. Ruhsal enerji kaynağı olan id, diğer iki sistemin çalışması için gerekli olan gücü de sağlar. Enerjisini bedensel süreçlerden alır. Freud, İd'e "gerçek ruhsal varlık" demiştir; çünkü id, nesnel gerçeklerden bağımsız ve öznel bir yaşantı dünyasıdır. İd, fazla enerji birikimine katlanamaz ve böyle bir durum organizmada gerilim yaratır. Bu gerilimi gidermek için id, biriken enerjiyi biran önce boşaltma eğilimi gösterir.Freud, bu bağlamda bir haz ilkesinin egemenliğinden söz etmektedir.Haz ilkesinin egemenliği altında işleyen İd, bütün isteklerinin anında yerine getirilmesini bekler. Düşünce bu kısımda etkili değildir. İdin kaynağı bilinçaltı dürtülerdir. Birey çoğu kez bu dürtülerin etkisinin farkında değildir. İdin dış dünyayla bağlantısı yoktur; zaman ve yer kavramı tanımaz. Birbirine karşıt dürtü ve eğilimler burada yan yana bulunabilir.Ego haz arar, acıdan kaçar. Zaman zaman da dış dünyayla ilişkilerini keser, uykuya dalar. İd ise tamamen bilinçsizdir. Doğrudan doğruya tanınamaz. Soydan ve kalıtımdan gelen her şey burada yer alır. İçgüdüler, içgüdüsel ve tutkusal dürtüler burada barınırlar. Varlığını koruma ve cinsel ihtiyaçların kaynağı cinsel iç güdü, saldırganlık içgüdüsü idde yer alırlar. Öte yandan, çocukluk çağında ve sonraları da hayat boyunca bilinçaltına itilmiş unsurlar İd'de toplanırlar. id, acıdan kaçınma ve haz duyabilme amacını güder. Gerilimi boşaltmak için önce bunu ortadan kaldıracak nesnenin ya da kişinin imgesini oluşturur. Örneğin birincil süreç, aç bir insana herhangi bir besin maddesinin zihinsel görüntüsünü sağlar. Ancak bu tek başına gerilimi gidermeye yetmez. Aç insan, besin maddesinin zihinsel imgesiyle doymaz. Dolayısıyla yeni ya da ikincil psikolojik süreçler geliştirilir ve böylece kişilik yapısının ikinci sistemi olan ego belirlenir.

* EGO:
id'i denetim altında tutmaya çalışan kişilik birimidir. Freud, 'gerçek dış dünyanın etkisi altında altbenliğin (idin) bir parçasının özel bir gelişme' gösterdiğini, 'dış uyaranları algılayan ve aşırı uyaranlara karşı ruhsal yapıyı koruyan bir dış tabakadan', giderek özel bir yapı geliştiğini ve bu yapının 'altbenlik ile dış dünya arasında bir arabulucu' görevini yüklendiğini ileri sürdü ve gelişen bu yapıya ego adını verdi. Ego, organizmanın gerçek nesnel dünyayla alışverişe geçme ihtiyacından varlık bulur. Açlığın giderilmesi için aç insanın yiyeceği arayıp, bulup yemesi gerekir. Bunun için dış dünyada var olan yiyeceğin gerçek algısıyla yiyeceğin zihinsel imgesini birbirinden ayırmayı öğrenmek zorundadır. Dolayısıyla belleğindeki imgeye uygun bir yiyeceğin görüntüsünü ya da kokusunu duyu organlarıyla araştıracaktır. Ego, gerçeklik ilkesi'nin egemenliğindedir. Gerçeklik ilkesinin amacı, ihtiyacın giderilmesi için uygun bir nesne bulununcaya kadar gerilimin boşalımını ertelemektir. Gerçeklik ilkesi, haz ilkesini geçici olarak engeller, ancak sonradan ihtiyaç nesnesi bulunduğunda haz ilkesi tekrar ön plana çıkar ve gerilim giderilir.ego, ruhsal yapının düzenleyici, denge ve uyum sağlayıcı (homeostatik) parçasıdır. Bu düzenleme ve uyum sağlama görevi şu yetiler aracılığıyla gerçekleştirilir:
1. Dürtüsel gereksinmelerin içerden algılanması
2. Dış dünyadaki koşulların ve durumların algılanması
3. Bütünleme ve birleştirme yetisi ile dürtülerin birbirleriyle, üstbenliğin istekleriyle düzenlenmesi ve çevresel koşullara uyabilecek bir niteliğe uydurulabilmesi
4. Yürütme yetisi ile istemli davranışın eyleme geçirilmesi.
Ego, çevresindeki nesnelerin hangileriyle ilişki kuracağını seçer ve hangi güçlerin ne biçimde doyum bulması gerektiğine karar verir. Bu çok önemli yürütme işlevini yerine getirirken ego, aynı zamanda id'in, süperegonun ve dış dünyanın birbiriyle çatışma durumunda olan istekleri arasında bir uzlaşma sağlamakla da yükümlüdür. Ego, bir ihtiyacın giderilmesi için plan tasarlar, sonra bu planın geçerli olup olmadığını araştırıcı eylemlerde bulunur. Aç bir insan önce yiyeceği nerede bulabileceğini araştırır, sonra oraya doğru yola çıkar. Buna gerçeklik sınaması denir. Egonun önemli işlerinden biri de hareket yollarını kontrol etmektir. İd ile ilişkilerinde, Egoyu atın taşkın gücünü dizginlemeye çalışan bir süvariye benzetebiliriz.üçlü bir baskıyla karşı karşıya bulunan, bunun sonucu olarak da üçlü bir tehlike içinde yaşayan zavallı bir yaratık olarak da nitelenir. Egonun karşılaştığı bu tehlikeler, dış dünyadan, idden ve süperegodan gelmektedir. Bu yüzden ben, üç ayrı değişik sıkıntı ile karşı karşıyadır. Egonun bir görevi de organizmayı acıdan korumak ve doyum sağlamaya çalışmaktır. Çocukluğun ilk dönemlerinde organizma daha çok haz ilkesinin etkisi altındadır, oysa ki zamanla gelişen benlik, neyi, ne zaman, nerede doyurabileceğine karar verme, dürtüleri ve gereksinmeleri bekletebilme, erteleyebilme gücünü kazanır. Görülüyor ki ilk çocukluk çağında daha çok altbenlik egemendir. Bekletebilme, erteleyebilme, dürtülere başka türlü doyum yolları bulma, onları değiştirme, bastırabilme, uygun yer ve zamanda onların doyumunu sağlayan eyleme girişme ancak gelişmiş benlik aracılığıyla olur. Başka bir deyimle benlik, dürtüler üzerinde göreceli bir egemenlik kurmayı öğrenir. Benliğin (egonun) dürtüleri bekletebilme-erteleyebilme gücüne, engellenmeye dayanma gücü denir.Böylece anlaşılıyor ki altbenlikte egemen olan doyum ve haz ilkesine karşılık benlikte egemen olan gerçeklik ilkesidir. Gerçeklik ilkesinin uygulanabilmesi, yukarıda tanımladığımız gibi iç ve dış uyaranların, iç ve dış gereksinimlerin ve koşulların algılanması ve değerlendirilmesi ile olur. Gerçeği değerlendirme yetisi bireyin ruhsal dünyası içinde olup ve dışında olup bitenlerin ayırt edilebilmesidir. Neyin düşünce, neyin eylem ve olay, neyin imge (hayal), neyin gerçek olduğunun bilinmesidir. Bu bir benlik işlevidir. Benliğin bu işlevi, özel durumlarda bozulabilir ya da gelip geçici olarak aksayabilir. Örneğin korkulu bir düşten uyandığımızda, henüz bilincimiz tam uyanıklık durumuna geçmeden önce, belki birkaç saniyelik süre içinde, gördüğümüzün düş mü yoksa gerçek mi olduğunu ayırt edemeyebiliriz. Az sonra bunun bir düş olduğunu, yani kendi ruhsal dünyamızda, zihnimizde yaşanmış bir olay olduğunu; gerçekte olmadığını fark ederiz. İşte benliğin bu işlevi de, engellenmeye dayanma gücü gibi, benlik gücünü yansıtan önemli bir özelliktir. Genellikle gerçeği değerlendirme yetisinin süreğen zayıflaması, benliğin zayıflaması ile birlikte gider.

* SÜPEREGO:
Kişiliğin üçüncü ve en son gelişen sistemidir. Bu sistem çocuğa ana-babası tarafından aktarılan ve ödül ve ceza uygulamalarıyla pekiştirilen geleneksel değerlerin temsilcisidir; kişiliğin ahlaki yönüdür. Gerçekten çok, olması gerekeni temsil eder, hazdan çok kusursuzluğa ulaşmak ister. Süperegoyu ilgilendiren husus bir şeyin doğru ya da yanlış olduğuna karar verip, toplum tarafından onaylanmış değer yargılarına göre davranmaktır. Süperego, id ve egoya karşı çıkarak kendi istediği düzene yöneltme eğilimindedir. Ego, içgüdüsel isteklerin doyum bulmasını ertelerken süperego ise bu istekleri tümden engellemeye çalışır. Süperegonun başlıca işlevleri ise şunlardır:
1. İd'den gelen iç güdüsel dürtüleri bastırmak ve ketlemek ki bunlar, özellikle toplumun hoş karşılamadığı nitelikteki cinsel ve saldırgan dürtülerdir
2. Egoyu gerçekçi amaçlar yerine ahlaki amaçlara yönelmeye ikna etmek
3. Kusursuz olmaya çalışmaktır.

* İd-Ego-Süperego:
farklı ilkelerle çalışan psikolojik süreçlere verilmiş adlardır. Olağan koşullar içinde bu ilkeler birbirine karşıt çalışmaz, egonun yönetici önderliği altında bir ekip olarak birlikte hareket ederler. Böylece kişilik üç ayrı parça olarak değil, bir bütün olarak işler. Bir diğer anlamda, id kişiliğin biyolojik bölümünü, ego psikolojik ve süperego toplumsal bölümlerini oluştururlar.Bir toplumun "vicdanı", o toplumun bireylerinin süperegosunda yer alır ve süperego bireyin davranışlarını sürekli süzgeçten geçirerek bireye, "bu yaptığın doğru, aferin!" ya da "bu yaptığın yanlış, utan kendinden!" mesajlarını verir. Ego ise hem idi memnun etmeye çalışır, hem de süperego tarafından azarlanmaktan kurtulmak ister. İd, ego ya da süperegodan birinin diğerlerinden daha kuvvetli ya da zayıf olduğu zaman farklı kişilik türleri ortaya çıkar. Örneğin, süperegosu son derece gelişmiş olan ve diğer temel kişilik birimlerine baskın olan kişi, büyük olasılıkla utangaç, özellikle cinsel arzularını ve kızgınlık duygularını, onların ifadesinin uygun olduğu ortamlarda dahi ender ifade eden bir kimse olur. Diğer yandan İd'i baskın olan bireyse kendini bencil istek ve arzularının hemen o anda tatmin edilmesinin dışında başka hiçbir şeyi göz önüne almaz, yaşamda sürekli toplumla sürtüşme içinde olur, başkalarının haklarına, düşünce ve duygularına saygısız, kendine ve topluma zararlı biri olur.

kaynak: http://freud.hypermart.net/ (aktif değil)

9 Ocak 2009 Cuma

Boşluk

'' Günümüzde sağlıklı kabul edilen insan, enerjisiz ve mutsuz bir insandır. Modern toplum olarak adlandırılan makine için sağlıklı olmak demek, sosyal olarak iş görür olmak demektir. Mutluluk ise bir muammadan başka bir şey değildir. Bunun üzerine modern hayatın bizi mutsuz ettiği yargısına varıp doğanın kucağına kaçar bazılarımız. Burada bir anda sağlıklı beslenmeye, doğa ile uyum içinde yaşamaya başlar. Çoğu zaman doğa ile uyum içinde yaşamak yokluk içinde yaşamakla aynı anlama gelse de mutlu oluruz bir süre bu durumun içinde. Zorunlu olarak şehire gelmemiz gerektiğinde insanların bu koşuşturmacaya nasıl tahammül ettiklerine inanamayız. Yine de bir süre sonra doğal hayat içimizde bir şeylerin yavaşlamasına neden olmaya başlar. Değişim yaratamadığımızı görürüz. Uzak kaldığımızı... Varoluş amacımızı gerçekleştiremediğimizi... Mutluluk olarak adlandırdığımız bir sakinlik içindeyizdir belki ama bu, gerçek bir mutluluk değil yalnızca sakinliğimizi ve huzurumuzu engelleyen dış etkenlerin en aza indirilmesinin sonucunda meydana gelen bir durumdur. Elbette hayatın içinde zaman zaman beklenmedik etkiler oluşur. Bu etkiler durumumuzu sorgulamamıza neden olur ve yeterince uyanıksak eğer bizde değişen bir şeyin olmadığını, temelde her zamanki kadar mutsuz ve karanlık içinde olduğumuzu fark ederiz.
Aydınlanma peşinde koşmaya başlarız bazen mutluluğu bulacağımız inancıyla ama aydınlanma çabasının kendisinin bile karanlıkların içinden geçerek olduğunu fark ederiz. Geçmişin bilgeliğinin bizi mutlu edeceğini düşünürüz zaman zaman. Eskiden insanların daha mutlu yaşadığına inanırız ama ardından eski bilgelerin hayatlarını okur ve temeldeki karanlığın o zamanda da şimdi olduğu kadar yoğun olduğunu fark ederiz. Yoksa Budha, rahat ve mutlu hayatını, canından çok sevdiği karısını ve çocuğunu bırakıp da çıkmazdı ışığın ve aydınlanmanın arayışına. Belki de bizim de böyle bir arayışa girmemiz gerekiyordur diye düşünür ve kendimizi bilinmeyene atar bazılarımız. Bilinmeyen ürkütücü olsa da garip bir çekiciliği vardır. Bir süre kendimizi karanlıktan uzak, aydınlığa ve aydınlanmaya doğru hareket eder buluruz. Derken.... Tapınakta, bir öğrencinin aydınlandığını duyarlar. Diğer öğrenciler aydınlanan öğrencinin çevresini sarar ve ona sorular sormaya başlarlar.
“Aydınlandığını duyduk,” der bir öğrenci. “Doğru mu?” “Evet,” der aydınlanan öğrenci. “Peki nasıl bir duygu? Ne hissediyorsun?” “Her zamanki kadar mutsuz,” diye yanıt verir aydınlanmış öğrenci.
Ekonomik ve siyasi sistemlerimizde kurtuluşu arayanlarımız vardır. Eğer daha iyi bir siyasi ya da ekonomik sisteme sahip olursak, açlar doyarsa, herkes iş bulur ve insani koşullarda çalışırsa dünya daha iyi bir yer olur ve ışık karanlığa hakim gelebiilr diye inanırız. Siyasi yapıları inceler, kurtuluşun belli bir siyasi ya da ekonomik yapıda olduğuna inanır ve onu desteklemeye başlarız. Elbette bizim gibi düşünmeyen karşıtlar karanlık tarafta biz ise aydınlık tarafta durmaktayızdır. Yine de 2008 yılındaki son global ekonomik krizde olduğu gibi görürüz ki, siyasi ya da ekonomik yapılarımız, biz onların ne kadar güçlü ya da iyi olduğuna emin olsak da yıkılıp bizi siyasi ve ekonomik bir bilinmeze, bir karanlığa mahkum edebilirler. Karşı taraf haklı değildir merak etmeyin; çünkü onlar da bizim kadar büyük bir karanlığın içinde yüzüp ışığı aramaktadırlar.
Yürümeyen sistemlerimiz için çözümlerimiz ortadadır: Bugünden ders alıp yarın daha iyisini yapmak. Buna karşın daha iyisini başarmak çabasıyla yaptığımız bütün girişimlerimiz “bugünün hatası” olarak ders alınacaklar listesine eklenir ve bizi yeni bir karanlık ile başbaşa bırakırlar.
Bazılarımız doğayı korumanın karanlıktan çıkış için bir anahtar olduğuna inanırlar. Eğer türleri korursak, daha az tüketirsek, ormanları yok etmezsek, işimize bisikletle gidersek dünyanın kurtulacağına ve herkesin daha mutlu olacağına inanırız. İnsan eliyle verilen zararları engellemeye çalışırken, tek bir süper volkan patlamasının, bir göktaşının ya da güneşteki bir patlamanın dünyaya, insanlığın yüzlerce yılda verdiği kadar zarar verebileceğini farkeder ve kurtuluşun garanti olmadığını anlarız zamanla. Dahası, biz ne yaparsak yapalım, tüketen insan tüketmeyi sürdürecektir. Kendimizi yeldeğirmenlerine karşı savaş veren Don Kişot gibi hissederiz. Yine de büyük bir irade ve inançla, yeryüzünde doğayı korumaya çalışan son insan da olsak yaptığımızı yapmayı sürdürme kararında oluruz. Fakat karanlık sürekli artmayı sürdürmektedir. Rahat ofislerinde kazandıkları parayı hesaplayan insanların, bu paraları kazanmak için binlerce insanın kanserin pençesinde ölmesine neden oldukları gerçeği karşısında çaresiz hissederiz kendimizi. Derken, mazlum kabul ettiğimiz insanların “başka bir çarem yok” savunmasıyla kendilerini zehirleyen şirketler için çalıştıklarını fark ederiz. Bu anlamsız olayın ardındaki gerçeği araştırırken işin ardında ekonomiden insan psikolojisine kadar geniş yelpazede bir nedenler ağı olduğunu görür ve meselenin yalnızca çevreyi koruma meselesi olmadığını fark ederiz. Fakat çaresizizdir ve bu karanlığın içinden çıkmak için, eğer yeterince bütüncül ve geniş açılı bir bakışımız varsa yeni ışıkların arayışına girişiriz.
Tüm körlerin içinde görenlerimiz vardır. Onların karanlık sandıkları bir dünyanın içinde renklerin olduğunu bilen bazılarımız. Görmeyenlere renkleri anlatmaya, ışığı göstermeye çalışırız. Kimimiz çarmıha gerilir, kimimiz alay konusu olur, kimimiz ise körlerle dolu bir dünyada gerçek karanlığa hapsolanın kendimiz olduğunu hissederiz. Işığı görmek yetmez bize, diğerleri de görsün isteriz. Fakat onlara renkleri ve ışığı anlatmak için giriştiğimiz bütün çabalarımız, en iyi ihtimalle boş, çoğu zamansa tehlikeli bir çabadan öteye geçmez. Derken uzaklaşırız... Kendimizi yalnızlığın karanlığında buluruz. Işığı anlatmaya çalıştığımız körler kadar körleşir ve ışığı aramaya başlarız...
Her şeyi doğru yapan ya da doğru yaptığını düşünenlerimiz vardır. Doğru yoldan gidersek mutluluğu ve ışığı yakalayacağına inananlarımız. Yine de hayatın bize sürprizler hazırladığını ve bizimkinden farklı planları olduğunu fark ederiz. Biraz daha ayrıntılı baktığımızda kendimizin her şeyi doğru yapmasının dünyanın daha aydınlık bir yer olmasını sağlamadığını görürüz. Dünyayı aydınlatmakla uğraşmaz yalnızca bulunduğumuz yeri aydınlatmaya çalışırız. Fakat en yakınımızdakileri, canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı bile aydınlatamadığımızı fark ederiz. Herkes kendi gerçeğini bulmaya çalışırken ve herkes kendi deneyimini yaşarken en sevdiklerimizin karanlık içinde bocaladıklarına tanık oluruz.
Peki bu bir kader mi? Ne yaparsak yapalım dönüp dolaşıp geleceğimiz yer karanlık mı? Farkında olsak da olmasak da, unutsak da hatırlasak da, sevsek de sevilsek de yok mu karanlığın içinde ışığın parlamasının bir yolu? Bazılarımız, önemli olanın yanıt değil sorunun kendisi olduğunu anlayan bazılarımız, doğru soruları sormaya başlarız sonunda. Karanlık nedir? Işık nedir? Bunları anlamama ya da ışığa ve mutluluğa ulaşmama neden olan şey nedir? Derken bir çözüm belirmeye başlar yaratıcı karanlığın içinde, yaratılışın ilk ışığı olarak. İlk ışık bana şunu söyler: cahilsin! Ben de bildiğimi sanmayı bırakarak, cehaletimi anlamaya çalışırım önce.
Ve karanlığın içinde cılız bir ışık parlamaya başlar...

-Başlangıçta, yaratılış kördü. Bilgi yoktu. Varolan tek şey, engin bir cehalet okyanusuydu. Bu engin cehalet okyanusunda bir hareket başladı . Bu hareketten duyguların farkındalığı doğdu. Bu duygulardan, bireysellik yaratıldı. Kendini yaratan bu hareket beş duyuyu ve zihni oluşturdu. Bu altı özellik, nesnelerle iletişime girdi. Bu etkileşim duyuların temelini oluşturdu. Bu duyular ise birey olma açlığını doğurdu. Bu açlık, nesnelere bağımlılığı yarattı. Bağımlılık, benliği oluşturdu. Benliğin sürekliliği, Ben’in durmadan yeniden doğmasına yol açtı. Yeniden doğup duran Ben, acıya, yaşlanmaya, hastalığa ve ölüme neden oldu-
(Budizmin yaratılış düşüncesi)

...Bütün evren, netliklerin değil belirsizliklerin yaşandığı bir alandır. Yaşamın özündeki değişim, net ve belirgin bir durumun varolmasını olanaksız hale getirir. Katı madde dahi sürekli olarak değişim içindedir. Değişmeyen tek şey değişimdir.
İnsanın ilk yanılgısı, değişmeyen ve sabit durumları aramasıdır. Sabit bir ekonomik gelir, sürekli ve değişmeyen bir aşk, sürekli sağlıklı olmak, yaşlanmamak, ölmemek, acı çekmemek, mutlu olmak ve elbette bütün bunların temelinde sahip olmak ister. Sahip olmak isteyen “Ben”dir. Bu sayede geri kalan her şeyden ayrı bir şey olarak “var sanabilir” kendini.
Şimdide yaşamak ister örneğin; çünkü varolan tek şey sürekli bir şimdidir. Fakat şimdiki zamanda asla kalamadığını fark eder; çünkü şimdi dediği anda “şimdi” çoktan “geçmiş” olmuştur bile. Şimdiki zaman bile içinde kalınabilecek sabit bir şey değildir.
Düşüncelerine sahip olmak ister insan. Eğer düşüncelerinin denetimi kendi elinde değilse delireceğine inanır. Oysa düşüncelerimiz dahi sabit değildir. Bugünden yarına değişim gösterebileceği gibi, dış koşullar tarafından etkilenebilir. Eğer düşüncelerimiz değişmeseydi, bugün hâlâ 20 yıl önceki görüşlerimize sahip olurduk. Hâlâ, dünyanın sabit durduğuna, tüm gezegenlerin onun çevresinde döndüğüne inanırdık; ya da o an inandığımız şey her ne ise ona inanmayı sürdürürdük. Bugünden geçmişe baktığımızda, geçmişin bilgisinin hatalı olduğunu söyleriz. Bugün biliriz ki insan başka bir türden evrimleşmiştir, dünya bir küredir ve güneşin etrafında dönmektedir, mitolojik tanrılar doğa güçlerini tanımlamak için kullanılmıştır, maddenin en küçük yapı taşı atom değildir ve halk kendini yönetebilir. Bugünkü bilgilerimize göre eski düşüncelerimizin hatalı olduğunu söyler ve konuyu kapatırız orada. Yarınki görüşlerimize göre bugünkü görüşlerimizin büyük olasılıkla hatalı olacağı gerçeğini kabul edemeyiz. Evrim kuramının hatalı kabul edileceği, Büyük Patlama’nın bizim düşündüğümüz gibi olmadığı, güneşin aslında bir alev topu olmadığı, dünyanın merkezindeki mağma tabakasının soğumayacağı ve halkın kendini yönetemeyeceği yönündeki yarının gerçeğini bugünden kabul edemeyiz. Ve elbette yarının düşüncesi de kendinden sonraki düşünceye göre hatalı ve eksik olacaktır. Düşüncelerimiz asla tam ve eksiksiz bir tanıma dönüşmeyecektir.
Duygularımızın bile değişmez olmadığından emin olamayız. Yine de bulduğumuz aşkı sonsuz sanmayı, elde ettiğimiz huzurun ya da çektiğimiz acının hiç bitmeyeceğini, zevk aldığımız şeylerin değişmeyeceğini kabul ederiz. Bilgelerin hiç öfkelenmemesini, herkesin bizi sevmesini ve kabul görmeyi ister, bilmediğimiz bir gelecekte, sürekli değişen bir evrende, değişmeyeceğine emin olduğumuz duygular için karşımızdaki kadına ya da erkeğe bağlılık yemini eder ve bunun bir kanıtı olarak, kalbimize karşılık gelen parmağımıza bir yüzük takarız. Oysa içinde yaşanan değişken koşullar, sürekli değişen zamanda duygularımızı da değişime zorlar. İleride göreceğimiz gibi bir iç organımızdaki küçücük bir değişim bile duygularımızın negatif ve pozitif uçlar arasında salınmasına neden olur. Değişen evren ve değişip duran hayatın içinde, kendimizin de sürekli değiştiğimiz ve “Ben” diyebileceğimiz sabit ve değişmez bir şeyin varolmadığı anlayışı, karanlıktan çıkmamıza yardımcı olacak ilk ışık pırıltısıdır. Buna karşın, sürekli değişip duran ve tanımlanamayacak bir benden bahsetmek bize korku verir. Bu nedenle de kendimizi tanımlama uğraşına girişiriz. Sahip olduklarımızla tanımlamaya çalışırız kendimizi ve elbette alışkanlıklarımızla. “Ben...” ile başlayıp, “...şöyleyimdir” ya da “...böyle yaparım” diye biten cümlelerle kim olduğumuzu ve ne olduğumuzu tanımlamaya çalışırız. Bütün bu tanımlamalarla boşluğa kaleler inşa etmeye çalışır ve bu kaleler elbette değişimin rüzgarlarıyla yıkılmaya başladığında, “Ben” dediğimiz ve temelde varolmayan şeyin yok olacağı korkusu ile tanımlarımızı sağlamlaştırmaya çalışırız. Bu da bizi daha korkak, daha gergin ve en önemlisi de daha az esnek bir varlığa dönüştürür. Sürekli değişen ve hareket halinde olan bir varoluşun içinde, esnemeyen ve değişmemeye çalışan bir varlığın hissedebileceği tek şey vardır: Acı ve ıstırap.
Eğer bir Ben var ise o zaman sahip olabilmesi ve tanımlanabilmesi gerekir. Bunu bildiğimiz için, sahip olmayı ve tanımlamayı “olmanın” önüne koyarız. Önemli olan olmak değil sahip olmak ve tanımlamaktır bizim için. Cehaletimiz bizi sahip olmaya ve tanımlamaya yönlendirirken, bilginin ışığı, olmaya yönlendirir. Cehalet “farkında olmanın” öneminden bahsederken, bilgi ve aydınlanma “farkında olmamanın” öneminden bahseder. Farkındalık olarak adlandırdığımız durumu sabit ve değişmeyen bir durum olarak algılar ve onu sabit ve değişmeyen bir durum yaratmak için kullanmaya çabalarız. Farkında olmak, çoğu zaman sahip olduğumu sandıklarımın farkında olmaktan başka bir şey değildir. Cehaletimizin içinde sahip olmak tanımını yalnızca maddi varlıklarla özdeştirir, aslında “Ben” dediğimiz şey dahil olmak üzere, duygularımıza, düşüncelerimize ve zamana sahip olmaya çalıştığımız gerçeğini göz ardı ederiz. Farkındalığımız asla farkında olmadığımız alana yönlenmez. Yönlenemez de zaten; çünkü farkında olmadığımız alan da tıpkı her şey gibi değişir durur. Farkındalık, bir anlamda gözlemek demektir. Fakat gözleyen bir Ben olduğu sürece, gözlemlenen daima “gözlemleyen Ben”in dayanak noktasına göre biçim alır. Tıpkı ışığı dalga olarak gözlemlemek niyetinde olan bir fizikçinin onu dalga, parçacık olarak gözlemlemeye niyetlenen bir gözlemcinin ise parçacık olarak görmesi gibi. Fakat gözlemci, gözlemleme niyetinde olmadığında geriye ne dalga ne de parçacık kalır.
Geriye kalan tek şey kocaman bir boşluktur!
İşte içinde ışığın parlayacağı boşluk burasıdır! ''

KAYNAK: http://www.derki.com/dergi (Cem Şen'in sırasıyla 'karanlık' ve cehalet' başlıklı yazılarının birleşimi. bu yazılar "Karanlığın İçindeki Aydınlık" yazı dizisini oluşturuyor)

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kişisel Gelişim & Yoga

'' Ünlü bir moleküler biyoloji uzmanı ve budist bir rahip olan fransız Matthieu Ricard şöyle diyor: “Eğer dış etkenlerin ruh hâlinizi belirlemesine izin verirseniz, acı çekmeniz de son derece doğal”... ve ekliyor; “Oysa içimizdeki potansiyeli, sanki elimizdeki bir altın külçesini cilalayıp parlatır gibi geliştirmemiz mümkün”. Onun içindir ki zihnimizin neredeyse tamamının, dış etkenlerin ürünü olması sebebiyle, gerçeği, sadece gerçeği ancak zihnin aşılmasıyla bulabiliriz.

Parapsikoloji tutkunları; ruhçular; Godot’yu bekler gibi uzaylıların ziyaretlerini bekleyenler; hindu esaslı Vedanta toplulukları; Sai Baba’cılar; anî aydınlanma’cılar; bir tür musevi mistisizmi demek olan Kabala’cılar; Scientologist’ler; Moon tarikati mensupları; inanca gereğinden fazla önem ve yer veren bir kısım NLP (neuro-linguistic programming) tutkunları; "bazı" Reiki’ciler ve ücret karşılığı çakra açıcılar ,hipnozcular; tanrıyla sohbet ederek mutluluk reçeteleri yazanlar; muskacılar; eski Mısır ve Hint kökenli sözde gizemci’ler; önderliğini Maharishi Mahesh Yogi’nin yaptığı yine hindu esaslı transandantal meditasyon’cular; iri siyah benli şişman bir hanımın önünde yerlere eğilerek eteklerini hattâ ayaklarını öpen, ibadetlerinde Shri Mataji denilen bu hanımın fotoğraflarını kullanan Sahaja Yoga’cılar; dahası var haşhaşîler; Atlantis’çiler; Mu’cular... liste uzayıp gidiyor... Bizim üzüntümüz, hakikati kendi içinde aramak yerine dışarıdan ithal etmeye çalışan bu gibi yozlaşmışlar, artniyetliler, akıl ve mantıkdışılık öngören çıkarcılarla gerçek yogacıları bir tutan ya da aynı kefeye koyan, bilgi noksanı yayın ve propagandaların da zamanla artış göstermiş olmasıdır.

Yoga bizi, içinde bulunduğumuz derin illüzyondan ve tüm koşullanmalarımızdan kurtaracak en etkili araçtır. Çünkü o, zihnimizdeki bütün yüklerden kurtularak cesurca, gerçeklerle, saf gerçekle aracısız olarak ve olduğu gibi yüzleşmektir. İnanç yüzeyseldir, hepimize sonradan eklenmiş ya da yerleştirilmiştir, yani değişebilir, değiştirilebilir. Çünkü inanç yapaydır, gerçeğe ulaşmanızı engeller. Yogaysa inanç değil, varoluşsal bir yaklaşımdır; gerçeğe ulaşmayı kolaylaştırır... Din olmadığı için özünde felsefe de değildir; durağan olmayan, sonsuz bir dönüşümdür. Patanjali, “Yoga zihnin durmasıdır” der; doğrudur, zihin çalışırken yoganın ileri aşamalarına ulaşılamaz. “Zihinsizlik” derken kastettiğimiz budur, onu devreden çıkarmaktır... O normal bir yaşam için gerekliliktir, ama ileri yoga onunla birlikte olamaz. Çünkü zihin, gerçek “biz” değildir. Zihin serbest, bir anlamda kendi hâline bırakılmalı, müdahale edilmemeli, kayıtsız kalınarak adeta gitmesine müsaade edilmeli, ondan arınılmalı ve bu sayede o “aşılmalı”dır. Gerçekliğin dünyasına başka türlü girilemez; başka türlü “özgürlük ve farkındalık içerisinde tanıklık” sağlanamaz.

Sonuç olarak, önce kendinizi tanımayı ve içinizdeki tanrısallığı keşfetmeyi amaçlayan bir içsel yolculuğa çıkılmaksızın gösterilecek her çaba ısmarlamacı, yüzeysel ve dışsal kalacak; sizi esenliğe ulaştırmayacak, aksine yanıltıcı ve tabii ki başarısız olacaktır. Öyle ki bu türden gayretlerin kaçınılmaz başarısızlığı ya da yetersizliği, belki bir süre sonra doğru bir biçimde başlamanız mümkün ve muhtemel olan fiziksel ve spiritüel gelişim programlarına erişmenize de engel teşkil edebilecektir. ''


KAYNAK: Derki - Kerim Soley'in 'Kişisel Gelişim' başlıklı yazısından bir kolaj. Başlığa eklediğim 'yoga' sebebiyle muhterem zatın yazısını, başlığıma uygun halde kurgulayarak alıntıladım.

Budh*


''Kaynağı dışımızda olan şeylerden elde ettiğimiz haz ve zevk,
dışımızdaki şeylere bağımlı olan mutluluk geçicidir...
ve içinde ıstırabın tohumlarını taşır...

Bütün yaratılmışlar kaçınılmaz olarak bir gün gelip yok olacağına
ve hiçbir yaratılmış bunun önüne geçemeyeceğine göre,
yaratılmamış olanı arayınız. O içinizdedir, o her yerdedir.''
- Gautama Buddha -


*Sanskrit dilinde “uyanmak, idrak etmek, bilinçlenmek”

50 Ay


şiir yazmayalı geçti, esti,
bazen bir göl gibi dingin bazen çağlayan bir ırmak gibi azgın geçti.

ellerimin, ellerinde eriyişinden bu yana, ne kadar çok, ne kadar az zaman geçti,
ellerin, ellerimi ateşiyle harladığından bu yana...
yüreğim sıcaktı çocukluğumdaki gibi ve saçma mısralar yazmayalı en az elli ay geçti.

mizahımı yitireli elli ay geçti,
gülüyorum şimdi ve bir delinin sırıtışı sırtlan gibi usulca yüreğime yerleşti.
yüreğim atmıyor, kahkahalar atıyor şimdi,
kanın akması değil; donması, bilekten sızması, fışkırması?
yo, yoo... bu da geçti, gülüyorum şimdi sevgili.
hayatın saçmalığına, hayatın trajedisine gülüyorum,
hayatın trajedisine, hayatın saçmalığına ağlıyorum, ağrıyorum...
yolun sonuna gelmiş hala kafiye yapıyorum...

ahh ah, içimdeki bu salak liseli...
bir de baktım hayat sıradan bir kompozisyon gibi girmiş, sonuçlanmış, gelişememiş.
geç farkedişler zihnimi deldi, geçti.
beynimin kıvrımlarının yerini oylumlu oyuklar aldı sevgili.

konuşa konuşa ölümü, öldürdük ruhumuzu,
konuşa konuşa hayatı, katlettik ömrümüzü,
ve dağılmış bir kafa sağlam vucutta olmazmış bunu da anlıyorum şimdi,
ne anladığımı unutuyor, kaz kafama gülüyorum şimdi,
şimdi, tek kurtuluş bu mu yani?
şimdi! parlak neon harflerle kazımak isterdim aklıma,
ama akıl sağlığım çoktan kanatlandı, uçtu ve gitti.

geriye o gülüş kaldı sevgili...
insan kendini ölmeden tanıyamaz dememiş miydi?
dolunaylı bir alacakaranlıkta işini bitirmemişler miydi?

3 Ocak 2009 Cumartesi

Nefs

islam düşünürleri ve mutasavvıflar insanın tinsel varlığında genellikle nefs ve ruh olmak üzere iki boyutu birbirinden ayırt ederler. nefs kavramı çoğunlukla arzuları ve eğilimleriyle bireysel benliği dile getirir; ruh kavramı ise tekil benlikleri öz olarak kendisinde birleştiren, ama onları biçimlendirerek bireysellik kazandıran üstün ilkedir. bir başka deyişle ruhun nefsle ilişkisi, özün tözle ve biçimin maddeyle ilişkisi gibidir.

türkçe sözlüklere 'nefis' olarak geçen, kökeni arapça nefs olan kavramın ayrıntılarına gelmeden önce belirtmemde fayda var; 'nefis'in ikinci anlamı (pek hoş, çok güzel-tdk) farklı bir arapça sözcükten gelmekte. o yüzden bu yazıya konu olan birinci anlamı için karışıklık olmaması adına başlığı nefis yerine nefs olarak koymayı tercih ettim. şimdi tdk sözlüğünde; 'öz varlık, kişilik & insanın yeme-içme vb. gereksinimlerinin bütünü' anlamlarına gelen nefs kavramının ayrıntıları:

nefs kavramı, tasavvuf öğretisinde, insanın ruhsal boyutunu oluşturan töz, benlik anlamında gelmektedir. dünyevi yaşama ve kötülüğe eğilimli olduğu gerekçesiyle mutasavvıflarca en büyük düşman kabul edilir. mutasavvıflar nefsin dört derecesinden söz ederler. nefs-i tabii ya da ruh-ı cemadi cansız cisimlerin bütünlüğünü korur, dağılmalarını önler. nefs-i nebati bitkilerin büyüyüp gelişmelerini ve üremelerini sağlar. nefs-i hayvani ya da ruh-ı hayvani hayvanlara duyum ve istemli hareket yeteneğini kazandırır. nefs-i natıka, ruh-ı insani ya da nefs-i insani ise insana düşünme, usavurma ve çıkarım yeteneğini verir; bir yönüyle bedenle öbür yönüyle de ruhla ilgilidir. nefs-i insani hayvansal nefs aracılığıyla gövdeyi denetimi altına alır ve istediği biçimde kullanır; ruh, bu nefsin özünden oluşur.

sıradan insanın yetkinlik aşamasına varmasına değin süren tasavvufi eğitimi sırasında geçtiği aşamalara göre nefs-i insaninin yedi durumu vardır. bunlardan nefs-i emmare kötülüğe eğilimlidir ve kötülüğü buyurur. nefs-i levvame, tanrı'ya yönelen, yaptığı köü işler nedeniyle öznesini kınayan, hesaba çeken güçtür. nefs-i mülhime, kötülüklerden uzaklaşan ve ilham almaya hazır durumdaki nefstir. nefs-i mutmainne, doygunluğa, huzur ve sükuna kavuşmuş, erdemlerle donanmış ve tanrısal tecelliler almaya başlamış töz olarak tanımlanır. nefs-i razıye, bütün istklerinden vazgeçerek kaza ve kaderin her türlü tecellisinden hoşnut olan; nefs-i marzıye ise tanrı'nın hoşnutluğu aşamasına ulaşmış olan nekfstir. nefs-i zekiye, nefs-i safiye ya da nefs-i kamile ise, bütün olgun nitelikleri kazanan, irşat makamına yükselen yetkin, saf ve temiz nefstir; bu aşamadaki kişi insan-ı kamil (yetkin insan) durumuna gelmiştir.


KAYNAK: AnaBritannica'nın 'ruh' (1.paragraf) ve 'nefs' (3. & 4. paragraflar) başlıklı maddeleri.