28 Ağustos 2008 Perşembe

Diftong-3: Kant & Marx

''19.yüzyılın sonlarından beri Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışan birkaç düşünür çıktı. Marksizm adı verilen materyalizmde eksik olan öznel/etik uğrak yakalanmaya çalışılıyordu böylece. Bu çaba Kant'ın hiç de bir burjuva filozofu olmadığını ifade eder. Kant'a göre ahlaklı olmak, iyi ya da kötü olmaktan ziyade, causa sui (Lat. kendi kendisinin nedeni olan) ve bundan dolayı özgür olma sorunuydu ki bu da bizi diğer insanlara özgür failler olarak davranmaya zorlar. Kantçı ahlak yasasının nihai çağrısı şu buyrukta yatar: "Kendi şahsında olduğu kadar başka herhangi birinin şahsındaki insanlığı da, asla sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda ve hep bir amaç olarak kullanacak şekilde eylemde bulun." Soyut bir doktrin değildir bu. Kant bu buyruğu, tarihsel toplum bağlamında tedricen gerçekleştirilecek bir ödev olarak düşünmüştü. Somut olarak belirtmek gerekirse, tüccar kapitalizminin hâkimiyetindeki sivil topluma karşıt olarak bağımsız küçük üreticilerin ortaklığını kurmayı amaçlamış olduğu söylenebilir. Sanayi dönemi öncesindeki Almanya'da tasarlanmış bir idealdi bu. Gelgelelim, daha sonraları, sanayi kapitalizminin yükselişiyle beraber bağımsız küçük üreticilerin birliği büyük ölçüde dağıldı. Ama Kant'ın ahlak yasası yaşamaya devam etti. Kant'ın konumu ne kadar soyut olursa olsun, ütopyacı sosyalistlerin ve Proudhon gibi anarşistlerin görüşlerinin habercisiydi. Hermann Cohen, Kant'ı tam da bu anlamda Alman sosyalizminin asıl atası olarak tanımlamıştı. İnsanların birbirlerine bir amaca ulaşmak için gerekli olan birer araç olarak davrandıkları kapitalist ekonomi bağlamında, Kantçı "özgürlük krallığı", yani "amaçlar krallığı" açıktır ki başka bir anlamı, yani komünizmi gerektirir. Düşündüğümüzde görürüz ki Kant'ın düşünüşünde içkin olarak var olan ahlaki uğrak olmasa komünizm en başından beri hiç kavramlaştırılamazdı. Gelgelelim, tarih Kantçı Marksizmi maalesef ve haksız bir şekilde karanlığa gömdü.Ben de kendimi Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışırken buldum. Ama bu arayış Yeni-Kantçılıktan farklı bir bağlamda gerçekleşti. Kantçı Marksistlerin kapitalizmi kavrayışları bana en başından beri zayıf görünmüştü. Aynı şeyi anarşistler hakkında da hissetmiştim. Özgürlük ve etik mizaç anlayışları kayda değer olsa da, insanları zorlayan toplumsal ilişki güçleri hakkında teorik bir yaklaşımdan tamamen yoksundular. Bundan ötürü, çoğu zaman ümitsizce mücadele veriyor ve feci bir şekilde yenilgiye uğruyorlardı. Bir zamanlar anarşizan bir siyasi duruşum vardı ve kendimi hiçbir zaman herhangi bir Marksist partiye ya da devlete yakın hissetmedim. Ama Marx hep bir huşu hissi vermiştir bana. Altbaşlığı "Kritik der politischen Ökonomie" (Siyasal İktisadın Eleştirisi) olan Kapital'e hayranlığım yıldan yıla arttı. Kapital'i satır satır, dikkatle okuyan bir siyasal iktisat öğrencisi olarak, Lukács'tan Althusser'e Marksist felsefecilerin bu kitabı sahiden canı gönülden okumadığının ve ondan sadece kendi felsefi kaygılarına uyan şeyleri aldığının farkındaydım ve bu durumdan memnun değildim. Siyasal iktisatçıların çoğunluğunun Kapital'i sadece iktisat üzerine yazılmış bir kitap olarak görmeleri de canımı sıkıyordu doğrusu. Aradan geçen zaman içinde, Marxgil eleştirinin kapitalizmi ve klasik iktisadı eleştirmekle kalmadığını, sermayenin dürtüsünün (Trieb) doğasına ve sınırlarına ışık tutan ve bu dürtü temelinde, insanların mübadele ve iletişim eyleminde var olan esaslı bir zorluğu açığa çıkaran bir proje olduğunu yavaş yavaş fark ettim. Kapital, kapitalizmden kolaylıkla çıkılacağını vadetmez. Bunun yerine, tam da kapitalizmin o çıkışsızlığı sayesinde, pratik bir müdahale imkânının var olduğunu ileri sürer sadece. Bu yolda ilerlerken, Kant'ı da pratiğin mümkün olduğunu öne sürmeye çalışan ve bunu da çoğunlukla zannedildiğinin aksine, metafiziği eleştirerek değil, insan aklının sınırlarını cesurca izah ederek yapan bir düşünür olarak kavradım gitgide. Kapital, genelde Hegelci felsefeyle ilişkili olarak okunur. Ben ise, Kapital'in ancak Saf Aklın Eleştirisi ile birlikte, aralarında çapraz bağlar kurarak okunması gerektiği görüşünü benimsedim.''

KAYNAK: Kojin Karatani - Transkritik (Metis yayınları, 2008)

1 yorum:

baby dedi ki...

nice blog