29 Ağustos 2008 Cuma

Psikanalist

Bence her kim bir ücret karşılığında, insanlarla nasıl yaşamak istedikleri üzerine konuşurken Freud'un aktarım, bilinçdışı ve rüya-çalışması kavramlarını kullanıyorsa, ona psikanalist denir. Psikanaliz eğitiminin varlığı –ki psikanalizin ilk ortaya çıktığı ve en yaratıcı olduğu dönemde böyle bir eğitim yoktu– ve psikanalistlerin örgütlenme yöntemleri, "Psikanaliz nedir?" ya da daha doğrusu "Psikanaliz neye benzer?" sorusunu gündeme getirir. Tıbba mı, müziğe mi, dostluğa mı, kabule mi, meteorolojiye mi, ebeveynliğe mi, tahmin yürütmeye mi? Ve elbette "Öğrenmek ne demektir?" sorusunu da gündeme getirir. Psikanaliz, bütün bu soruları geleneklerin bugüne kadar izin verdiğinden daha ilginç, daha eğlenceli hale getirebilir. Örneğin bir psikanalist, ne yaptığını bilmemeyi ve yine de yapmaya devam etmeyi öğrenmek zorundadır.
Buna rağmen psikanaliz, Wordsworth'ün The Prelude (Prelüd) adlı yapıtındaki ünlü pasajında "iktidar kaybıyla satın alınan bilgi" diye adlandırdığı şeyin paradigmasına dönüşme riskini de içinde taşır ve kuşkusuz buradaki kullanımıyla iktidar, baskıdan ziyade ilhama akrabadır. Hepimizin bildiği gibi psikanaliz, son derece pahalı bir bilgidir. Her anlamda büyük bir maliyeti bulunduğundan kendi seçkinciliğini besler. Ve seçkincilik ile bir zamanlar ruh sağlığı adı verilen, oysa iyi yaşamak denmesi gereken kavramlar birbirlerini tamamen dışlarlar.
Psikanalistlerin, Freud'un sözde "yeni bilim"inin ilk yıllarında, prestijli tıp bilimiyle müttefik olma çabalarıyla başlayan seçkinciliklerinin, asimilasyon kaygısına karşı bir tepki olduğunu düşünüyorum. Başta soru, "Freud'un icat ettiği psikanaliz, mevcut çağdaş tıbbi uzmanlıklarla nasıl bağdaşabilir?" idi. Sonradan, belki de daha korkutucu bir soru baş gösterdi: "Nazizm'den kaçan psikanalistler, yerleştikleri yeni ülkelerinde kendilerine nasıl yer edinecekler?" Psikanaliz, insanların içinde yaşadıkları kültürlerle daima ters düştükleri yolları ortaya çıkarıyorken bu mülteciler, nasıl olup da meşruiyet kazanacaklar? Freud kısa zamanda düz anlamıyla gerçeğe dönüşen bir şey keşfetmişti: Tüm insanlar takma adlarla yaşarlar. Anlaşılabilir nedenlerle bu ilk analistlerin saygınlığa direnmesi çok zordu. Yine de psikanalizin, tanımı gereği, mevcut ahlaki söz dağarcıklarıyla çeliştiği de ortadaydı. Ne de olsa bilinçdışı bizim uyum sağlamadan katılan yönümüzün tanımıydı.
Psikanalizin dili çarçabuk, uyuşması mümkün olmayan o eskimiş "irade" diliyle karıştırıldı (ve hâlâ karıştırılmakta). Oysa bilinçdışı söz konusu oldu mu, deneyemezsin, çabalayamazsın, kendini serbest çağrışım yapmaya ya da dilinin sürçmesini sağlamaya zorlayamazsın, rüyalarını planlayamazsın. Ancak bu iki dili birbirine bulaştırmak her psikanaliz çeşitlemesini aleni bir ahlaki emre dönüştürür: iyi olmaya çalış (Klein), kendiliğinden olmaya çalış (Winnicott), kendini şaşırtmaya çalış (Lacan). Eğer bilinçdışı uyumsuz olanın tanımıysa, neden psikanalizin de uyumsuz ve kendi başına buyruk türlerine tahammül etmekte bu kadar zorlanıyoruz? Psikanalitik grupların bölünmesinin bir sorun olarak algılanması saçma: Psikanalist tanımı gereği, muhalif seslere kulak kabartan kişidir. Gelgelelim, psikanalistin bu seslere ancak tepeden bakabilen bir kişiye dönüşmesi riski vardır. Psikanalistler insanların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda uzmanlara dönüştükleri sürece, yani bir çeşit guru, resmi ya da gayri resmi herhangi bir tür uzman oldukları sürece, boyun eğmiş olurlar. Psikanalist, yetkinliğini ancak kendi otoritesine karşı koyduğu sürece devam ettirebilen profesyoneldir. Freud'un tanımladığı biçimiyle bilinçdışı, guruların ölüm ilanından başka bir şey değildir.
Psikanalistler insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyemeseler de, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak zorundadırlar, bunu çoğu zaman beklenmedik yollara başvurarak yapsalar bile. (Gelişmeyi tespit edecek konumda olan yalnızca hastadır.) Başka bir deyişle psikanaliz, o kendisinden en beklenmeyecek şeye, ilgi çekici bir hedonizme dönüşmek durumundadır. Ancak psikanaliz, fazlasıyla ihtiyaç duyduğu ve hem psikanalize parası yetenlerin hem de yetmeyenlerin psikanaliz kurumunun devam etmeye değer olup olmadığına karar vermesine olanak tanıyacak toplumsal sorgulama ve zeki saldırılarla daha yeni yeni karşılaşmaktadır. Hiç kimsenin psikanalize ihtiyacı yoktur ama kimilerimiz psikanaliz isteyebilir. Kuram ve uygulaması ile psikanaliz, önemliymiş gibi görünmeyi bırakıp, kendini daha ilginç kılmaya yoğunlaşmalıdır. (Önemlilik hiçbir şeyin ilacı olamaz.) Profesyonel literatürü okuyan biri, asıl önemli olanın psikanalizin konusu değil de kendisi olduğunu sanır. Hiç kimse psikanalizin geleceği konusunda kafa yormamalıdır. Asıl, bizim için en önemli şeyleri, en çok neden ve ne için acı çektiğimizi, neden ve nasıl haz aldığımızı ifade edecek dili bulmak için kafa yormalıyız. Kimi zaman, kimileri için bu dil psikanaliz olabilir. Neyse ki böyle düşünmeyenlerin sayısı da hayli kabarıktır; hiçbir dil cehaletimizi tekeline alamaz.
Psikanaliz, bize cehaletimizin anlamını –yüceliğini– çoğu zaman ne dediğimizi bilmediğimizi öğretir. (Bu da şeytani olanı tanımlamanın başka bir yoludur: sözüm bana rağmen, benim bağımdır; hep söylemeye razı olduğumdan daha fazlasını söylerim.) Ne kadar bilimsel araştırma yaparsak yapalım, sözcüklerimizin dik başlılığını yola getiremeyeceğiz, aykırılığın yaygarası hiç dinmeyecek. Psikanalistler de belirsizliğin düşmanlarına karşı koymak için son derece elverişli bir konumda duruyorlar. Ancak psikanalistler birbirleriyle çok fazla vakit geçirmeye başlayınca, psikanalize inanmaya, dini bir kültün üyesiymişçesine bilgiççe konuşmaya başlıyorlar. Gören de bir şeyleri anladıklarını sanır. Kısacası tek yaptıklarının öyküler hakkında öyküler anlatmak olduğunu ve her öykünün, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok olası yorumu bulunduğunu unutuverirler. Harita ayaklarının altındaki toprağa dönüşür ve haritalar daima topraktan daha küçüktür. Psikanalistler kurmacanın büyüsüne ve sözcüklerden çıkartılacak hisselere karşı tetikte olmalıdırlar. Oysa onlar hep, akla yakın yorumlar silsilesinin, "ne, ne zaman söylenmelidir"in uzmanı olmanın cazibesine kapılırlar. Bilinçdışına hitabet dersleri vermek beyhude bir çabadır. Psikanaliz yeni görgü kurallarının ve taze saygınlık biçimlerinin ticaretini yaptığı sürece, radikal mirasına, kişilerin ister istemez kendileriyle deneylere giriştikleri bir konuşma biçimi olma mirasına ihanet eder. Psikanaliz, hem yatıştırıp hem de tedirgin etme kapasitesini ve biri olmadan diğerinin olamayacağı modern kavrayışını kaybettiği anda, ya zorlama bir radikalizme ya da eski itaatkârlıkları öğrenmenin yeni bir biçimine dönüşür. Freud'un hitap ettiği, itaatkârlığın kurnazlığıydı ne de olsa. Psikanaliz kişisel üsluba giden yol olamıyorsa, özel söz dağarcığıyla insanları hipnotize etmekten başka bir şey yapmıyor demektir.
Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur.

KAYNAK: Adam Phillips - Dehşetler ve Uzmanlar (Metis yayınları - 1998)

28 Ağustos 2008 Perşembe

Diftong-3: Kant & Marx

''19.yüzyılın sonlarından beri Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışan birkaç düşünür çıktı. Marksizm adı verilen materyalizmde eksik olan öznel/etik uğrak yakalanmaya çalışılıyordu böylece. Bu çaba Kant'ın hiç de bir burjuva filozofu olmadığını ifade eder. Kant'a göre ahlaklı olmak, iyi ya da kötü olmaktan ziyade, causa sui (Lat. kendi kendisinin nedeni olan) ve bundan dolayı özgür olma sorunuydu ki bu da bizi diğer insanlara özgür failler olarak davranmaya zorlar. Kantçı ahlak yasasının nihai çağrısı şu buyrukta yatar: "Kendi şahsında olduğu kadar başka herhangi birinin şahsındaki insanlığı da, asla sırf bir araç olarak değil, aynı zamanda ve hep bir amaç olarak kullanacak şekilde eylemde bulun." Soyut bir doktrin değildir bu. Kant bu buyruğu, tarihsel toplum bağlamında tedricen gerçekleştirilecek bir ödev olarak düşünmüştü. Somut olarak belirtmek gerekirse, tüccar kapitalizminin hâkimiyetindeki sivil topluma karşıt olarak bağımsız küçük üreticilerin ortaklığını kurmayı amaçlamış olduğu söylenebilir. Sanayi dönemi öncesindeki Almanya'da tasarlanmış bir idealdi bu. Gelgelelim, daha sonraları, sanayi kapitalizminin yükselişiyle beraber bağımsız küçük üreticilerin birliği büyük ölçüde dağıldı. Ama Kant'ın ahlak yasası yaşamaya devam etti. Kant'ın konumu ne kadar soyut olursa olsun, ütopyacı sosyalistlerin ve Proudhon gibi anarşistlerin görüşlerinin habercisiydi. Hermann Cohen, Kant'ı tam da bu anlamda Alman sosyalizminin asıl atası olarak tanımlamıştı. İnsanların birbirlerine bir amaca ulaşmak için gerekli olan birer araç olarak davrandıkları kapitalist ekonomi bağlamında, Kantçı "özgürlük krallığı", yani "amaçlar krallığı" açıktır ki başka bir anlamı, yani komünizmi gerektirir. Düşündüğümüzde görürüz ki Kant'ın düşünüşünde içkin olarak var olan ahlaki uğrak olmasa komünizm en başından beri hiç kavramlaştırılamazdı. Gelgelelim, tarih Kantçı Marksizmi maalesef ve haksız bir şekilde karanlığa gömdü.Ben de kendimi Kant ile Marx arasında bir bağ kurmaya çalışırken buldum. Ama bu arayış Yeni-Kantçılıktan farklı bir bağlamda gerçekleşti. Kantçı Marksistlerin kapitalizmi kavrayışları bana en başından beri zayıf görünmüştü. Aynı şeyi anarşistler hakkında da hissetmiştim. Özgürlük ve etik mizaç anlayışları kayda değer olsa da, insanları zorlayan toplumsal ilişki güçleri hakkında teorik bir yaklaşımdan tamamen yoksundular. Bundan ötürü, çoğu zaman ümitsizce mücadele veriyor ve feci bir şekilde yenilgiye uğruyorlardı. Bir zamanlar anarşizan bir siyasi duruşum vardı ve kendimi hiçbir zaman herhangi bir Marksist partiye ya da devlete yakın hissetmedim. Ama Marx hep bir huşu hissi vermiştir bana. Altbaşlığı "Kritik der politischen Ökonomie" (Siyasal İktisadın Eleştirisi) olan Kapital'e hayranlığım yıldan yıla arttı. Kapital'i satır satır, dikkatle okuyan bir siyasal iktisat öğrencisi olarak, Lukács'tan Althusser'e Marksist felsefecilerin bu kitabı sahiden canı gönülden okumadığının ve ondan sadece kendi felsefi kaygılarına uyan şeyleri aldığının farkındaydım ve bu durumdan memnun değildim. Siyasal iktisatçıların çoğunluğunun Kapital'i sadece iktisat üzerine yazılmış bir kitap olarak görmeleri de canımı sıkıyordu doğrusu. Aradan geçen zaman içinde, Marxgil eleştirinin kapitalizmi ve klasik iktisadı eleştirmekle kalmadığını, sermayenin dürtüsünün (Trieb) doğasına ve sınırlarına ışık tutan ve bu dürtü temelinde, insanların mübadele ve iletişim eyleminde var olan esaslı bir zorluğu açığa çıkaran bir proje olduğunu yavaş yavaş fark ettim. Kapital, kapitalizmden kolaylıkla çıkılacağını vadetmez. Bunun yerine, tam da kapitalizmin o çıkışsızlığı sayesinde, pratik bir müdahale imkânının var olduğunu ileri sürer sadece. Bu yolda ilerlerken, Kant'ı da pratiğin mümkün olduğunu öne sürmeye çalışan ve bunu da çoğunlukla zannedildiğinin aksine, metafiziği eleştirerek değil, insan aklının sınırlarını cesurca izah ederek yapan bir düşünür olarak kavradım gitgide. Kapital, genelde Hegelci felsefeyle ilişkili olarak okunur. Ben ise, Kapital'in ancak Saf Aklın Eleştirisi ile birlikte, aralarında çapraz bağlar kurarak okunması gerektiği görüşünü benimsedim.''

KAYNAK: Kojin Karatani - Transkritik (Metis yayınları, 2008)

Yaz Sonu

'yazın son günleriyle nasıl vedalaşmalı?' diye düşündüm.
bir şeyler karalamak geldi içimden önce,
sonra 'ustalar benden önce davranmıştır' dedim... yanılmamışım.
Murathan Mungan'ın 'yaz sonu' adlı şiirinin ardından
Monet'nin 'end of summer' adlı tablosu ve son olarak
Cemal Süreya'nın yine 'yaz sonu' adlı şiiri.
birbirinin ekürisi iki şiir, iki büyük şairden hem de aynı ad konmuş...
ve dile gelmeyenleri anlatan usta Monet; şiirlerin arasında,
soluklanmak için yapmış sanki, diğer adı buğday yığınları olan o güzel tabloyu.


''Yaz inceliyor, güz
Bizse hiç büyümeyen rus bebekleri
Bir düşte karşılaşmıştık, bir düşte kaybolduk
Hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
Birbirinin karanlığına kapatılmış
Birbirinin içinde tipiye tutulan
Her kozaya ayrı biçilen uzun kışlardan
Hadi birimiz uyandırsın artık ötekini
İlkgençliğin yazıları bitti
Şimdi bırakılmış çiftlikler
Yağmurlarla boşalmış leylek yuvaları
Elimizde sorular, gün yeniden dağıtıyor
Kalanlar için yazılanları
Yaz sonu yaz sonu yaz sonu
Biliyorum
Yine haziran yine temmuz yine ağustos''
(Murathan Mungan)




''Sukürenin perisi sen; sen, taşkürenin avcısı,
Bir kişi daha olsa yanınızda
Siz orda öpüşürken,
Ne diyorum bir kişi daha;
Alamut kalesinde öpüşürdünüz.
Ona göre gelişirdi her şey,
Yeni bir güzelduyu açılırdı
Bir töre cançekişirken.

Karagözlü hançer, sen; sen, mavi bakışlı kılıç,
Unutulmazlarınızı dökerken birer birer,
İki kişi daha olsa yanınızda,
Mihri´nin vuruluşu ve çantası
Ve elindeki tuğla da gelirdi gündeme;
Daha sonra kesilen barsağı, iki metre;
Kediler uzaklaşırdı ısrarla camdan bakan;
Ne diyorum iki kişi daha.

Kavaldan akan gökyüzü, sen; sen, düşten geçilmez bahçe,
Sınıf arkadaşları, şarap ve tüzük kokan,
Dağın Eskisi´ne iki vadiden seslenirken,
Ne diyorum beş kişi daha olsa yanlarında,
Ama her şeye üçünün bileşkesine varan;
Ne bilim-sanatı Hayyam´ın, ne siyaseti Nazım´ın,
Ne yiğitlik, ne aşk... Bir şey kalmazdı tek başına.
Ahırlarımızda her zaman sana ayrılmış bir at vardı.

Ve sen sonunda bir gün çıkar gelirsin diye,
Çok şeyin adı küçük yazıldı;
Silinmez anlar vardır,
Karşı konmaz özlemler,
Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık
Bağırıp duruyorum ya, şurda,
Sen yaz sonu ilan eden güzel keten,
Güneşten yırtılmış caz, sen!''
(Cemal Süreya)

19 Ağustos 2008 Salı

Diftong-2: Habermas & Derrida

''Jürgen Habermas ve Jacques Derrida 1980’lerden başlayarak derin anlaşmazlıklara düştüler ve sonuçta birbirleriyle konuşmaz oldular. Habermas’ın 'Kökenlerin Geçicileştirilmiş Felsefesi Ötesi: Derrida'yı yayınlamasından sonra, Derrida, Habermas’ı örnek göstererek şöyle dedi: 'benim felsefeyi edebiyata, mantığa ya da söz sanatına indirgediğimi söyleyenler, açıkça ve dikkatle beni okumaktan kaçınmışlardır'. Diğer üst düzey postmodern düşünce üyeleri, özelde Jean-François Lyotard, Habermas ile çok daha kapsamlı bir polemiğe girmiş, Philippe Lacoue-Labarthe ise bu polemikleri üretkenlikkarşıtı diye nitelemiştir. Nihayetinde, bu rekabetçi fikir alışverişleri kıtasal felsefe içi ayrımlara denk düşmüş, ağırlıkla anlamlı bir modernlik-postmodernlik tartışmasına odaklanmıştır. Ayrıca 'Postyapısalcılık' vb. terminolojinin Birleşik Devletler'de yoğun trafiği olduğu fakat Fransa'da pek bilinmediği görüşünün, karşılığını, Habermas’ın Fransız çağdaşları anlayışında bulmasına 'kültür savaşları' kavramının da eklemlenmesiyle beraber ortaya çıkan aura, o zamanlar Amerikan akademik çevrelerde fırtına gibi esti. Kısacası: Habermas ve Derrida arasındaki ayrılıklar çok derin olmasına rağmen, ille de uzlaşamazlık yoktu; onları bu ayrılıkların yanlış değerlendirmelerine verilen polemiksel tepkiler ateşliyordu, bu da anlamı olan tartışmaları keskinlikle bastırıyordu. 9/11 sonrasındaysa Derrida ve Habermas sınırlı bir politik dayanışma kurdular ve daha önceki anlaşmazlıkları geride bırakıp “dostça ve açık-fikirli alışveriş” başlattılar, Habermas’ın deyişiyle. Giovanna Borradori'nin 'Terör Çağında Felsefe: Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar'ında, 9/11 ile ilgili bireysel görüşlerini açıkladıktan sonra, Derrida bir önsöz yazarak 'Habermas deklerasyonu'na şartsız imza attığını belirtti. Habermas bir basın görüşmesinde bu deklarasyon için daha öte metin önerdi. Bundan çok faklı şekilde, Geoffrey Bennington, Derrida’nın yakın bir arkadaşı, uzlaşmaya yönelik daha öte bir jest olarak karşılıklı anlaşılabilirlik için bir yapısöküm dökümü önerdi. Derrida her ikisinin yeni görüş alışverişlerine başladığı o zamanlarda son derece hastaydı ve Habermas-Derrida ikilisi bu durumu geliştiremediler, öyle ki önceki anlaşmazlıklara esaslı olarak tekrar dönemediler ve Derrida ölmeden iyice tartışma firsatı bulamadılar. Bununla birlikte, bu en son işbirliği bazı bilimcilere benzer durumları, yakın ya da eski olsun, birbirleriyle karşılıklı olarak yeniden gözden geçirme cesareti verdi.''
NOT: Vikipedi'nin 'Jürgen Habermas' başlıklı maddesinin ilgili bölümü düzeltilerek aktarılmıştır.

Sekülerleşme

''sekülerleşme kavramı başta hukuksal bir kavram olup, kilise mülkünün seküler devlet gücüne zorla devredilmesi anlamında kullanılıyordu. kavramın söz konusu anlamı daha sonra bir btün olarak kültürel ve toplumsal modernitenin oluşum sürecini yansıtmak üzere kullanılır oldu. böylece, kilise otoritesinin devlet eliyle başarılı bir biçimde terbiye edilmesinin mi, yoksa gayri-hukuksal mal edilişinin mi öne çıkartıldığına bağlı olarak sekülerleşme dendiğinde birbirine zıt değerlendirmelerle karşılaşılmıştır. bir yaklaşıma göre, burada dinsel düşünce tarzları ve hayat biçimleri akılcı, en azından akla dayalı eşdeğer biçimlerle ikame edilmekteyse de, başka bir yaklaşıma göre, modern düşünce ve hayat biçimleri haklı sahiplerinden garyi-meşru biçimde çalınan varlıklar olarak gözden düşürülmektedir. ikame modeli modernitenin sihir-bozan, ilerlemeye iyimser bakan bir yorumunu sunarken, mal etme modeli çökmekte olan evsiz-yurtsuz bir modernite yorumunu verir. oysa her iki yaklaşım da aynı hataya düşmektedir. çünkü onlara göre, sekülerleşme sıfır toplamlı bir oyuna benzer: bir tarafta kapitalizm sayesinde zincirlerinden sıyrılmış bilim ve teknolojinin üretici güçleri, öte taraftaysa din ve kilisenin muhafaza edici güçleri bulunmaktadır. modernitenin tahrik gücünü destekleyen liberal kurallara göre oynanan bu oyunda sadece bir taraf kazanabilir, ötekiyse kaybetmek zorundadır. ama böyle bir tarif, sürekli olarak sekülerleşen bir çevre içinde dinsel toplulukların devamı üzerine dayanan post-seküler bir topluma uymamaktadır. böyle bir tarifte, kültür mücadelesinin kakafonisinde bilim ile din arasında adeta üçüncü taraf olarak kendi yolunu çizen ve demokratik olarak aydınlatılmış olan aklı selimin medenileştiren rolü dışa itilmektedir.''

KAYNAK: İnsan Doğasının Geleceği - Jürgen Habermas (Everest Yayınları - 2003)

5 Ağustos 2008 Salı

Diftong-1: Buda & Şiva

BUDA: sanskrit dilinde buddha, asıl adı siddhartha gautama, budizmin kurucusu. uyanan ya da aydınlanananlamına gelen buda sözcüğü özel bir ad değil, örneğin mesih gibi bir sandır. budizmde sayısız buda'nın ortaya çıkabileceğine inanılır; ama tarihin tanıdığı tek buda, gautama buda'dır. gautama'nın ilk vaazının özü şöyleydi: ''evinden ve ailesinden ayrılarak diyar diyar dolaşmaya çıkan kimse, nefsini kayırmak ya da nefsine eziyet etmek gibi iki uç davranıştan uzak durmalı. tathagata (doğruyu bulan kişi, yani buda), bu iki uçtan kaçındığı için, aydınlığa, bilgiye, dinginliğe, uyanışa, nirvana'ya ulaştıran orta yolu (macchima patipada) bulmuş olur''.

ŞİVA: sanksrit dilinde 'görkemli'. hinduizmin en büyük ve en karmaşık tanrılarından biri olan şiva; hem yıkıcı hem yapıcı, hem en büyük çileci hem hem tensellik simgesi, hem ruhların iyicil çobanı hem de gazap dolu öç alıcıdır. bu nitelikler hinduizmde birbirini bütünleyici nitelikleri tek ve belirsiz bir kişide birleştirme eğilimiyle açıklanır.


not: resimler 'octavio ocampo'nun. ilkinin özgün adı 'buddha', ikincininki 'shiva'.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Lars and the Real Girl

Giriş: film ilk olarak if-istanbul'da 'lars sevince' adıyla gösterildi. sonrasında vizyona girmedi ve cd piyasasına 'gerçek sevgili' gibi farklı bir isimle çıktı. başroldeki ryan gosling'e hayran bir sinemasever olarak aylardır merak ettiğim bu filmi cd'den izleme fırsatı buldum. aşağıdaki yazıdaysa filme dair kendimce bir kritik yaptım.


Gelişme: bir film temel olarak yönetmen ve senaristin eseridir. bu bağımsız sinema örneğinde senaryo ayağı gayet yaratıcı ki oscar adayı da olmuş özgün senaryo dalında ancak yönetmene gelince olumlu şeyler söylemek zor. reklam sektörünün ödüllü bir ismi olan yönetmen bu filmden önce başarısız bir komedi filmi çekmiş, ikinci filmiyle daha saygın olan festival filmi moduna girmiş, lakin olmamış. filmi izlerken sahnelerdeki durağanlıkta bir yapaylık bulmuştum. sanki senaryonun ruhunu tam olarak yansıtamıyor gibi hissetmiştim. işkillenip yönetmenin kariyerine bakınca durumu anladım. nasıl daha iyi bir film olabilirdi? öncelikle lars'ın psikolojisini muştulamak adına sakin bir akış yerinde ancak bu akışın film ilerledikçe hızlanması gerekirdi bana göre. nedeni şöyle açıkliyim: lars başlangıçta tamamen nesneleşmiş-şeyleşmiş bir karakter. hatta karakterini dış dünyaya yansıtamıyor, yirmiyedi senenin bastırılmışlığı onu bir taş adam haline getirmiş adeta. ancak öyle bir taş ki biraz rüzgarla kum taneleri gibi unufak olabilecek kadar da kırılgan. filmin başlangıç sahnelerinden birinde iş yeri ortamını görüyoruz. aynı departmanı paylaştığı muzip iş arkadaşı, şişme bebeklerin (realdoll) tanıtıldığı bir siteyi incelerken lars'a sitedeki ürünlerin istenildiği gibi tasarlanıp sipariş verilebileceğini belirtiyor överek. filmin bu ilk bölümünde aynı zamanda lars'ın ev ve aile yaşantısının da kısa bir özetini görüyoruz. ardından ekranda 'altı hafta sonra' ibaresi görülüyor ve lars'ın evine gelen büyükçe bir kargo kutusuyla arkadaşından aldığı gazla bir şişme bebek sipariş ettiğini anlıyoruz. böylece giriş bölümünün ardından filmin gelişme bölümü başlıyor. buraya kadar her şey güzel ancak filmde eleştirilmesi gereken noktanın finale kadar süren dingin gelişme bölümünde olduğu kanısındayım. lars nesneleşmesinin sembolü olarak bir nesne (şişme bebek) sipariş ediyor ve onunla diyalog kurabiliyor. bu diyaloğun vasıtasıyla ailesi ve kasabadaki diğer insanlarla ilişkileri de giderek normalize oluyor. burdaki normalizasyonu şöyle örnekleyebilirim: şişme bebekler normalde cinsel obje olarak satın alınır, bir nevi mastürbasyon aracıdır ancak lars kendi realdoll'uyla salt zihinsel bir ilişki kuruyor. kahramanınımızın anormalliğinin en somut kanıtı bu.filmi izlememiş olanların heyecanını kaçırmamak adına senaryonun geri kalanıyla ilgili bilgi vermiyim ancak şunu söyliyim: bu film lars'ın nesneleşme sürecinden özne olmaya doğru evrilişini anlatıyor bana göre. özne olabilen birey, ilişkilerini de öznelerle kurmayı seçiyor sonuç itibariyle. peki yönetmene yönelik eleştirim ne? lars'ın bastırılmış olanın geri dönüşünü, kendi kişisel devrimini yaşarken geçtiği acılı süreç düz bir çizgi olarak aktarılmış. hayatın normal akışından daha yavaş işleyen bir zihinsel yapıda olan lars'ın, hayatın ritmine ayak uyduruşuna yönetmen seyirci kalmış. eğer filmin ritmi finale doğru giderek artsaydı senaryonun da hakkı verilmiş olurdu diye düşünüyorum zira bu kadar özgün bir senaryoya sahip bir filmin nispeten kıyıda köşede kalmış olması ipleri elinde tutan yönetmenin suçu.


Sonuç: bu filmin edebi karşılığı -biraz alegorik bir yaklaşım olacak ama- bana göre 'ütopya'. sebebiyse şu: lars, travmatik geçmişiyle yüzleşip kendi olabilme macerasını yaşayan bir birey aslında hepimiz gibi. travması ise ortalamanın oldukça üzerinde. onu doğururken annesi ölmüş, babası bu durumu kaldıramamış ve içine kapanıp çocuklarıyla ilişkisini kesmiş, bu duruma dayanamayan abisi evi terketmiş ve lars yapayalnız büyümüş. hatta yalnızlıktan da kötüsü berbat bir baba ile. bu durum babasının ölümüne dek sürmüş ve sonunda abisiyle yengesinin yaşadığı evin yanındaki tek katlı, otel odasını andıran yerde yaşamaya başlamış. gerçek hayatta bu durumdaki yirmiyedi yaşındaki biri, internetten bir realdoll sipariş edip onu etrafına sevgilisiymiş gibi tanıştırmaya başlasa durum daha da kötü olurdu. muhtemelen lars bir akıl hastanesine kaldırıldı. ancak filmimizde lars'ın çevresindeki insanlara bir değnekle dokunmuş senarist. nötr davranan abisi hariç herkes sevgi ve anlayışla yaklaşıyor lars'a. zamanla abisi de geçmişte lars'a yönelik hatalarını anlayıp o da pozitif yaklaşmaya başlıyor. tabii lars'ın çevresindeki en önemli karakter yengesinin tavsiyesiyle gittiği doktor hanım. hekim olmasına rağmen lars'a psikiyatrik bir vaka gibi yaklaşmıyor, onunla bir psikolog gibi ilgileniyor, diyalog kuruyor ki bu ilişki lars'ın özneleşme sürecindeki kilit ilişki oluyor. gerçekte böyle psikiyatr-psikologlar olsa hepimiz mutlu mesut yaşardık ama yazık ki ütopik bir dünyada yaşamıyoruz. filmin bu pembe tablosunun altında yatan duygu ne peki? sanırım 'umut'. bu filmin yaratıcıları belli ki dünyanın seyrine, etraflarındaki insanların hallerine bakıp böyle bir eser yaratma gereği duymuşlar, çünkü umut olmadan yaşamak egoyu aşmakla mümkün yalnızca ve toplumsal bir hayvan olan insan, toplumsal normlara uymak adına egosuna da hapsoluyor ister istemez. işte film bunu aşılıyor, iğne olmayı kabul edenlere. sokağa çıkınca, televizyona bakınca umutsuzluğa kapılmamak için duyarsızlaşmış olmak hatta nesneleşmiş, şeyleşmiş ya da yabancılaşmış olmak gerekiyor. sinemanın büyüsü de burada yatıyor sanırım; en umutsuz zamanlarımızda bizi hayata bağlayabilmesinde. sinemaya, geniş anlamıyla sanata, temsil dünyasına ihtiyaç duymayanlar ise zaten bizi hasta edenler, kendi mikroplarını bize bulaştıranlar değil mi? sonuç olarak bu film fazla ses getirmemiş, ödülleri toplamamış da olsa, çıkış noktasıyla iyi bir sinema filmi; günbegün katılaşan, yahut tekleyen kalplere zerk etmeye çabaladığı umut iyi bir çıkış noktası.