25 Haziran 2008 Çarşamba

Pasajlar-3


Başkalarının, bizimle ilgili düşüncelerinin üzerimizdeki hakimiyeti fazla olmadığı zaman, büyük bir ihtimalle başkalarının düşüncelerine ve davranışlarına karşı hoşgörülü oluruz. Önemli biri gibi görünmeye can atmadığımız zamanda başkalarının öneminden korkuya kapılmayız. Korku da hoşgörüsüzlük de bağımlılığın ürünüdür.

****

Hemen hemen her kahramanca davranışımızla bir şeyi kanıtlarız. Kendimize kendimiz olmadığımızı, başkalarının da onların düşündükleri şey olmadığımızı ispat ederiz. Gerçek benliğimiz bayağı, açgözlü, korkak, sahtekar ve kinle sarhoştur. Ölüme meydan okuyup yüzüne tükürdüğümüz zaman muazzam bir tekzip şansı yakalarız.

****

Bildiğimiz veya bilmediğimiz şeylerden çok daha can alıcı olan şey, bilmek istemediğimiz şeylerdir. Belli etkilere karşı sağırlığını keşfetmek suretiyle bir kişinin yapısı hakkında çoğunlukla bir ipucu elde etmek mümkündür.

****

Tarih, çocukların dürüstlük pozlarına , acımasızlığına, sahtekarlık yeteneğine, kolay kanarlığına, duyarlılığına, tezcanlılığına sahip insanlar tarafından yapılır. Oyuncaklarla oynamak isteyen insanlar tarafından yapılır. Tüm liderler, izleyicilerini çocuklaştırmaya çalışır.

****

Ruhen hasta olan kişiler, hasta olanın insanlık olduğunu, kendilerininse insanlığı ameliyat eden cerrahlar olduklarını ısrarla savunurlar. Dünyayı bir revire çevirmek isterler. İnsanlığı masaya yatırdıklarında da ameliyatı baltayla yaparlar.

****

Gerçek zengin kişiler, özgürlüğü, kendine güveni ve hatta serveti başkalarını onlardan mahrum etmeden elde edebilen kişilerdir. Bu kişiler edindikleri her şeyi kendi yeteneklerini geliştirip uygulamaya koyarak elde ederler.
Gerçek yoksul kişiler ise, herhangi bir şeyi ancak başkalarını ondan mahrum etmek suretiyle elde edebilen kişilerdir. Ancak başkalarını özgürlükten yoksun bıraktıklarında kendilerini özgür hisseder, ancak başkalarında korku ve bağımlılık oluşturabildikleri taktirde kendilerine güven duyar ve ancak başkalarını fakirleştirerek zengin olurlar.

****

Kişinin hayatı anlamlı kılma, amaç ve değer sahibi olma yanılsaması yaratma yollarından hiçbiri, gönüllü olarak bir dizi göreve boyun eğme kadar etkili görünmemektedir. Görevlerin günlük olarak yerine getirilmesinden doğan tatmin öylesine katışıksızdır ki, görev üstüne görev yüklenme ve onları yerine getirmekten zevk alma eğilimi oldukça güçlüdür.
-------------------------------------------------------------------------------------
NOT: Yukarıda bulunan yedi adet aforizmayı alıntıladığım kitap dilimize 'aklın muhteris çağı' adıyla çevrilmiş ve özgün adı ''The Passionate State Of Mind, and Other Aphorisms''. Toplamda 280 aforizmadan müteşekkil. 1955'de basılmış ve Hoffer'in ilk kitabı olan 'the true believer'ın ardılı. Geçenlerde dilimizde yeniden basılan the true believer, 'kesin inançlılar' gibi ilginç bir çeviri tercihiyle kitapçı raflarında... Kapak olarak özgün kapağı koyma sebebim ise aynen 'the true believer'da olduğu gibi ikinci kitabında da hazzetmediğim bir çeviri anlayışına maruz kalmış olması. O açıdan Hoffer'ın bizatihi kitabına hangi ismi koyduğunu görmek daha sağlıklı olur diye düşündüm.
KAYNAK: ''Eric Hoffer - Aklın Muhteris Çağı'' (Ayışığı kitapları - 2000)

Pasajlar-2


Video, etkileşimli ekran, multimedya, internet, sanal gerçeklik; Karşılıklı etkileşim bizi her yandan tehdit ediyor. Her yerde mesafeler birbirine karışıyor, her yerde mesafe ortadan kaldırılıyor: Cinsiyetler arasında, zıt kutuplar arasında, sahneyle salon arasında, eylemin baş kahramanları arasında, özneyle nesne arasında, gerçekle gerçeğin sureti arasında bir mesafe yok artık. Bu kavram kargaşası, zıt kutupların bu çatışması, olası değer yargısının artık hiçbir yerde olmadığını ortaya koyuyor: Ne sanatta, ne ahlakta, ne de politikada. Mesafenin ortadan kaldırılmasıyla, "mesafe pathos"unun ortadan kaldırılmasıyla her şey, üzerine karar verilemez bir duruma bürünüyor. Fiziğin alanına kadar uzanıyor bu: Alıcının ve yayın kaynağının fazlasıyla birbirine yakınlığı, dalgaları birbirine karıştıran bir Larsen etkisi yaratıyor. Olayın ve bu olayın gerçek zamanlı yayınının fazlasıyla birbirine yakınlığı, bir karar verememezlik yaratıyor, olayın tarihsel boyutunu alıp götüren ve onun belleğini çalan olayın sanallığını yaratıyor. Sanal teknolojilerin karar verilemez şeyler üretmesi ya da geri dönüşümlü bu teknolojileri yaratan evrenimizin karar veremez bir evren olması bile bir karar verilememezlik durumudur. Bu uygunsuz biraradalığın, bu kutup çatışmasının cereyan ettiği her yerde kitleleşme var. Reality show'lara varıncaya kadar bu böyle ve bu tür programlarda, olayın hikâyesinin canlı izlenmesiyle ve ivedi biçimde televizyonda acting yapılmasıyla, hayatın ve hayatın suretinin birbiriyle iç içe girişine tanık oluyoruz. Artık ikisi arasında ne bir ayrılık, ne bir boşluk, ne de bir uzaklaşma söz konusudur, hiçbir engelle karşılaşmadan, ekranın, sanal görüntünün içine giriyoruz. Birinin hayatına girilir gibi bir ekranın içine giriyoruz. Kendi hayatımızı dijital bir kombinezon gibi üzerimize geçiriyoruz. İçinde bir sahnenin, bir bakışın bulunduğu fotoğraftan, sinemadan ve resimden farklı olarak, video görüntüsü bilgisayardan seyredilirken, sanki suyun içine dalınıyor, sanki bir göbekbağı ilişkisi kurulduğu sonucu ortaya çıkıyor. Bu ilişki, McLuhan'ın televizyon hakkında söylediği gibi, "dokunulabilir karşılıklı etkileşim" ilişkisidir. Küçük hücrelerin, cisimciklerin bulunduğu suyun içine dalma gibi bir şeydir bu, bir başka deyişle, görüntünün akışkan maddesinin içine girilmekte ve bir olasılıkla bu görüntü değiştirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı bilimin, bütün kromozomlara, genetik kodlara nüfuz ederek bedeni değiştirmeye çalışması gibi. İstediğimiz biçimde hareket ederiz artık, interaktif görüntüyü istediğimiz biçime sokarız, ama suya dalma diyorduk ya, bu denli rahat kullanılırlığın, bu açık düzenliliğin ödülüdür o. Aynı şekilde, metnin, herhangi bir "sanal" metnin de (internet, Wordprocessor). Her şey bir sentez görüntü gibi çalışır, artık bunun ne bakışın ne de yazının aşkın-lığıyla hiçbir ilgisi yoktur. Şöyle ya da böyle, ekranın karşısına geçer geçmez, metin artık metin olarak değil de görüntü olarak algılanır. Oysa, metnin ekrandan, metnin görüntüden kesin bir biçimde ayrı olduğu göz önüne alınırsa, yazı, başlıbaşına bir etkinliktir -asla bir karşılıklı etkileşim olamaz. Aynı şekilde, ancak ve sadece sahne ve salonun kesin bir biçimde birbirinden ayrılmasıyla izleyici başlı başına bir oyuncu olur. Oysa bugün, her şey, bu kopukluğun ortadan kaldırılması yolunda elbirliği içindedir: İzleyicinin suya dalması, erişimde kolaylığa ve karşılıklı etkileşime dönüşür. Bu izleyicinin doruk noktası mıdır yoksa sonu mudur? Herkes oyuncu olursa ortada olay kalmaz, sahne kalmaz. Estetik yanılsamanın sonudur bu. Makineler yalnızca makine üretirler. Sanal teknolojiler mükemmelleştikçe bu gitgide daha da gerçek olmaktadır. Belli bir manevra düzeyinde, suya dalar gibi sanal makinelerin içine dalma düzeyinde, artık insan/makine ayrımı yoktur: Makine, karşılıklı yüz yüze gelmenin iki tarafına da egemendir. Belki siz sadece onun sahip olduğu uzamın uzantısısınız -insan, makinenin sanal gerçekliğine dönüşmüş ve onun aynadaki işlemcisi olmuştur. Bunun nedeni, ekranın kendi özünden kaynaklanmaktadır. Aynanın öte dünyası vardır ama ekranın öte dünyası yoktur. Zamanın boyutları orada, gerçek zaman içinde birbirine karışır. Hangi sanal yüzey olursa olsun, her sanal yüzeyin özelliği önce bir boşluk olmasıdır ve haliyle herhangi bir şeyle doldurulmaya elverişlidir, artık sıra sizdedir, gerçek zamanda ve boşlukla karşılıklı etkileşime geçiniz. Buna koşut olarak, makinenin iletişim aracıyla üretilen her şey bir makinedir. Metinler, görüntüler, filmler, söylemler, bilgisayar çıkışlı programlar mekanik ürünlerdir ve hepsi makinenin sahip olduğu ayırt edici özelliklere sahiptir; yani, özel efektlerle süslenip bezenen filmler, makinenin ne pahasına olursa olsun muzip çalışma istemine (bu onun tutkusudur) ve sınırsız çalışma uğruna işlemcinin büyülenmesine bağlı olan anlatıma değer katmayan sözcüklerle uzun uzadıya süslenmiş metinler, yapay olarak büyütülebilirler, makinelerle lift edilerek yenilenebilirler. Bu nedenledir ki, filmlerdeki bütün bu şiddet ve pornografik cinsellik can sıkıcı bir niteliktedir, ayrıca şiddet ve seksin özel efektleridir ve hatta, insanlar bunlarla daha çok düş kurarlar -salt mekanik bir şiddettir bu ve bize dokunmaz. Bu nedenle, bütün metinler, yaptığı tek jesti programlama jesti olan "akıllı" sanal ajanların eseri gibidir, gerisi otomatik ölçütlere bağlı olarak devam eder. Bunun, sözcüklerin ve kavramların büyüleyici bir biçimde iç içe girmesini beceren otomatik yazıyla hiçbir ilişkisi yoktur zaten; oysa burada, söz konusu olan yalnızca programlama otomatikliğidir, bütün olabilirliklerin otomatik biçimde sapmasıdır. Bedenin, metnin, görüntünün mekanik dizaynı hadi ileri. Bunun adı sibernetiktir, yani metne, görüntüye, bedene, bir anlamda içeriden, kafadan, genetik kodla ya da tedavi cihazlarıyla oynayarak komut vermek. Zaten, metnin ya da görüntünün bu ideal performans fantasması, bu durmaksızın düzeltme olanağı, "yaratıcı"da, kendi nesnesiyle karşılıklı etkileşimin yarattığı bir baş dönmesine neden olur, ama bu baş dönmesi, kendi olanaklarının teknolojik sınırlarına dek gidememenin getirdiği sıkıntılı bas dönmesidir aynı zamanda. Aslında (sanal) makine size konuşmaktadır ve sizi düşünmektedir. Zaten, bilgisayarların dünya çapında birbirlerine bağlanmasıyla oluşturulan bu bilgi evreni ve iletişim ortamının veri bütünlüğünde, yani sanal gerçekliğin içinde, gerçek anlamda bir şeyler keşfetme olanağı var mıdır? Internet'in işi gücü, özgür zihinsel bir uzamı, bir özgürlük ve keşif uzamını simüle etmektir, internet aslında çoklu, ama saymaca bir uzam sunar yalnızca; işlemci, bu uzamda, belli öğelerle, kurulu sitelerle, belirlenmiş kodlarla karşılıklı etkileşimde bulunur. Bu araştırma parametrelerinin Ötesinde başka hiçbir şey yoktur. Her soru sonradan verilecek bir cevaba tahsis edilir. Siz otomatik soru soran kişisinizdir, ama aynı zamanda da makinenin otomatik tele-sekreterisinizdir. Yani hem kodlayan hem de kod çözen -aslında, hem kendi kendinizin merkezisiniz, hem de kendi kendinize yazışma arkadaşısınız. İletişimin insanı kendinden geçiren yanı da budur. Karşınızda başkası yoktur, gideceğiniz son bir yer de yoktur. Sistem böylece sonu ve sonucu olmaksızın döner. Onun elindeki tek olanağı, üreme ve sonsuz sayıda genişleyip açılarak eski haline dönmesidir. Bu nedenledir ki, elektronik ve bilişim yoluyla gerçekleşen etkileşim, bir uyuşturucu kadar rahat bir baş dönmesi yaratır. Ara vermeden, orada hayatımızın tamamı geçirilebilir. Zaten, uyuşturucu da, kapalı devre işleyen çılgın bir etkileşimin mükemmel örneğidir. Sizi evcilleştirmek için şöyle deniliyor size: Bilgisayar, daha pratik, daha karmaşık bir yazı makinesinden başka bir şey değildir. Bu doğru değil. Yazı makinesi son derece gerçek bir nesnedir. Yazdığınız sayfa serbestçe dalgalanır, ben de onun gibi dalgalanırım. Yazıyla somut bir ilişkim vardır benim. Ak sayfaya ya da yazılan sayfaya gözlerimle dokunurum, ama bunu ekranla yapamam. Bilgisayar ise gerçek bir protezdir. Onunla yalnızca etkileşimli bir ilişki halinde değilim, aynı zamanda dokunur dokunmaz diyalog halinde ve kendiliğinde içten duyumsal bir ilişkideyim. Kendim bizzat ekranın bir dışplazmasıyım. Bu nedenledir ki, sanal görüntü ve beyin kuluçkada iken, bilgisayarları etkileyen kusurlar kendi bedeninizin yanlışlıkları gibidir. Buna karşılık, işletim sisteminde, hiçbir zaman bireylerin kimliği öncelikli değildir, bilgisayar ağlarının kimliği önceliklidir, yani öncelik, bilgisayar ağı kullanıcılarına değil, bizzat ağın kendisine verilmiştir, bütün bunlar şu anlama gelmektedir: Kullanıcı, orada kendini simüle etme olanağını, sanallığın elle dokunulamayan ortamında yok olma olanağını yakalar ve haliyle, kendisi için de olmak üzere, hiçbir yerde işaret noktası bulamaz, sonuçta, her tür kimlik sorunu, ama ötekilik sorunları hariç, böyle çözümlenmiş olur. Böylece, bütün sanal makinelerin çekiciliği, enformasyona ve bilimsel bilgiye susamışlıktan çok, hatta birisi ya da bir şeyle buluşmaya susamışlıktan çok, yok olma arzusundan kaynaklanır, hayal gibi işleyen bir erişim kolaylığı içinde eriyip gitme olanağının yakalanmasından kaynaklanır. İnsanı gerçeklerden koparıp havalarda uçuran bir biçimdir bu, mutluluğun yerine geçen, artık varolma nedeni olmayan bir olgu olması nedeniyle mutluluk gerçeğinin yerini alan bir biçim. Sanallık, şeylere olan her başvuruyu gizlice ortadan kaldırır ve mutluluğa benzemesinin tek nedeni de budur. Her şeyi size verir ama aynı zamanda da, kurnazca her şeyi sizden saklar. Özne orada kusursuzca kendini gerçekleştirir, ama kusursuzca kendini gerçekleştirirken aynı zamanda da otomatik olarak nesneye dönüşür ve panik başlar.
not: Baudrillard'ın 1987-1997 arasında yazdığı çeşitli metinlerden oluşan bu kitabın Fransızca başlığı Ecran Total. Ecran Total Türkçeye "Tam Ekran", "Topyekun Ekran" vb biçimlerde çevrilebileceği gibi, Fransızca bir terim olarak güneşten korunma kremleri söz konusu olduğunda "tam koruma" deyişiyle de karşılanabiliyor. (ykykultur.com.tr)
KAYNAK: Jean Baudrillard - Tam Ekran (YKY - 2001)

Pasajlar-1


Yirmibeş yıl boyunca, Batılı toplumlar, hem geçmişin normlarına göre kendi kendilerini yeniden üretmekten hem de çalışma süresi tasarruflarının mümkün hale getirdiği daha önce benzeri görülmemiş tercih özgürlüklerinden yararlanmaktan aciz bir biçimde, geleceğe doğru geri geri ilerlediler. Bu yıllar boyunca, Fordizmden çıkan toplumlar kendi kendilerini yok ettiler; başka bir toplum biçimi eskisinin yerini alamadı. Egemen bir azınlığın mevcut zenginlik artışının neredeyse tamamını ele geçirdiği toplum-olmayan bir şeyin yararına kendilerini yok ettiler. Politik proje ve imlerin yokluğu tüm bağların çözülmesine, herkesin birbirinden, yaşamdan ve kendinden nefret etmesine neden oluyordu.

Arzuları serbest bırakmayı ve tahayyüllerin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı savunma tarzımın en iyi tarz olup olmadığını bilmiyorum; tasarlamış olduğum yönelimler doğrultusunda giden politikaların bir gün izlenip izlenmeyeceğini de bilmiyorum. Bunları bir "ütopya" olarak doğrudan doğruya reddedenlere şunu söyleyebilirim: Ernst Bloch ya da Paul Ricoeur'ün ütopya terimine atfettiği anlamda ütopya, bize, varolan şeylerin durumuna bağlı olarak yapabileceğimiz ya da yapmak zorunda olacağımız şeyin ışığında yaptığımız şeyi yargılama olanağı veren bir mesafe kazandırır. Buna karşın, önümüzde geçmişteki hatalarımızı tamir etmek için yirmi yıl olmadığını biliyorum. Çünkü, hemen yanı başımızda ortaya çıkmakta olan şey, terimin etimolojik anlamında bir ütopyadır: Ölmüş bir dünyanın yıkıntılarının üstüne eklenen bir tür gerçek gerçeksizlik, herkesin hem her yerde hem de dolayısıyla hiçbir yerde olduğu, her yerin diğer yerlerin yerini tutabilen "herhangi bir yer" olduğu ve herkese neresi olursa olsun asla kendisine ait olmayan bir yerin düştüğü, zamansız, yersiz, yoğunluksuz ve direnişsiz, "sanal" olduğu söylenen ikinci bir dünyayı gizlice hazırlıyor.
Olmayan-yer (u-topie): Gayrimaddileşmiş, merkezsiz, bedenin ritimlerine yabancılaşmış bir dünya, duyuların sonu asla gelmeyen bir çalışmayla kendilerine muhalefet eden ve direnen,bir gerçeklik inşa ederek kendilerini inşa etme ihtiyacına yabancılaşmış bir dünya.

Yaygınlaşan enformatizasyon sadece (poesis anlamındaki) çalışmayı, ellerin ve bedenin kavrama yetisini yok etmekle kalmıyor, hissedilir dünyayı da yok ediyor, duyumsal yetileri köreltiyor ve onların yanlışı doğrudan, kötüyü iyiden ayırt etme kapasitesini yadsıyor. Duyuları diskalifiye ediyor ve algılamanın kesinliklerini yok ediyor, ayağınızın altındaki toprağı kaydırıyor. Duyu organlarının yerini giderek daha etkili hale gelen protezler alıyor; bedenin kendisi bile teknik nakillerle işgal ediliyor, sömürgeleştiriliyor ve makineleştiriliyor. Elektronik uyarılar, somut dünyanın uyarılarının yerini alıyor. Bu elektronik uyarılar, bedene, yetersizleşen algısal yetilerden daha yoğun tatminler sağlıyor ve duyarlı gerçekliğin yolduğunu, yarattığı halüsinasyonlarla fazlasıyla telafi ediyor.

Kendini "kozmik tarzda hissetmesini" engelleyen modası geçmiş bir şey olarak, doğal bedenselliği bir kenara atan cyborg'un kendi kendine programlanabilir çılgınlığı, canlının duyarlılığının üstünü kaplıyor. Tekno-bilim kol emeğine dayalı zekâyı ve duyuların çalışmasını diskalifiye ederek, Günther Anders'in ifadesiyle "insanlığın insanlığını" yok ediyor, saygın olmaktan çıkarıyor.


KAYNAK: Andre Gorz - Yaşadığımız Sefalet (Ayrıntı Yayınları - 2001)

19 Haziran 2008 Perşembe

Geçmişin Tahavvülü

ALT BAŞLIK: ''insan ekolojisi ve etkileşimcilik bağlamında çevresel yaşam''
İÇİNDEKİLER:
-giriş
-a)insan ekolojisi bağlamında çevresel yaşam
-b)etkileşimcilik bağlamında çevresel yaşam
-sonuç


GİRİŞ:
herkesin bir geçmişi vardır ve mesele geçmişi algılayışımızdadır. benim de herkes gibi uyruğum ve ailem var ancak bunları ben seçmedim. benim de herkes gibi belli kurumlar ve tüzel kişiliklerle ilişkilerim oldu, devam eden ilişkiler de var. bu mevcut bağları koparmak ya da geliştirmek.. işte bu benim seçimim. buraya kadar sorun yok zira nesnel şeylerden bahsettim. temel meselem ise yukarıda bahsedilenler dışında kalan çevremle kurduğum ilişki ve tabii iç dünyam. işte bu 'deneme'yi yazmaktaki hedef zihnimdeki geçmişimi algılayışımı değiştirmek. kişisel geçmişime yönelik bakış açımı değiştirmekten keyif alıcam zira 'bu an', geçmişimin etkisiyle yaşanmaya mahkumdur çaba gösterilmezse. şunu kastediyorum; bu andan itibaren farklı şeylerin etrafımda olması temelde değişim yaratmaz.. bunu yaratacak olan sadece benim zihinsel dönüşümü gerçekleştirebilme iradem. tamamen aynı şartlarda olan iki insandan biri yaşama sevinciyle dolu iken diğeri neden intihar eder? işte algı bu kadar hayati önem taşır. algılayışı belirleyense insanın somut çekirdeği olan genotiptir. tohum gününün ardından anne karnı süreci ve doğum günüyle birlikte bilinçdışı olan evre ise fenotipimizin temel belirleyicisidir. soyut çekirdek (töz) ise somutu hatırlamayan ancak o çerçevede algılayan insanın özüdür. bebeklik dönemi sonrası süregelen bilinçli yaşamı, iki boyutlu bir sanat olan resimle özdeşleştiriyorum. insan, bitirilmiş ve çerçevelenmiş bir tuval gibidir. ressamları başta anne ve yardımcısı olan babadır. ilerleyen safhalarda yakın çevreden ufak rötuşlar da yapılır ancak insan, hatırlayabileceği ilk anısında çoktan müzelik olmuştur. artık bir sanat eseridir zira herkes tek ve biriciktir. lakin hayatın karmaşıklığı milyarlarca resmin olduğu bu müzedeki izleyicilerin çokluğundadır. herkes birer resimdir ama aynı zamanda müzeyi gezen ziyaretçilerdir de. tüm tablolar izlenebilir.. biri dışında: kendi tablomuz. bu noktada tüm müzeyi gezmenin bir önemi yoktur zira bir şey hep eksik kalır ve o şey en önemlisidir: kendimiz. biri gelip tabloyu kaldırdığında artık müzenin dışındayızdır çünkü, depoya kaldırılırız. bu bağlamda kendimizi başlarının gözlerinde ararız. müzeyi gezen izleyiciler resmimize bakarken, biz de onlara bakıyoruzdur, bakan farkına varmadan. ziyaretçilerin çoğu gelir ve geçer ki bu çok doğaldır; öyle bir müzedir ki bu gezmeye ömür yetmez. hemen herkesin derdi kendi eksiğini gidermektir ve bunun ikinci yolu da başka resimleri, ötekini izlemektir. salt iki uç noktadaki izleyici benim için önemlidir, gerisi teferruattır; biri sanatsal hazdan dolayı baygınlık geçirebilendir, bir diğeriyse sanat düşmanıdır. düşman, resmi duvardan alıp parçalayabilendir. ve benim öncelikli kurtarıcım düşmanımdır zira çerçeveyi kırmıştır, sayesinde özgürleşirim. baygınlık geçirense konumun dışında olan aşka dairdir. aşk da ikincil yoludur özgürlüğün ancak zihinsel bir özgürlüktür, insanın tüm benliğini kapsayıcı değildir çünkü sanat düşmanı, sembolik düzeyde, egosunu aşıp kendine bakan bireydir. aşık olan izleyici ayılırsa eğer, müzeyi gezmeye devam eyler ancak hep o ilk aşkı olan tabloyu arayarak çaresizce.. bilmek istemediği gerçek tüm tabloların farklı olduğudur, yapması gerekense gezmeyi bırakıp düşmanını beklemektir.
peki beklerken ne yapabiliriz? giriş bölümünün kalan kısmında öncelikle geçmişin tahavvülü sorunsalının çözüme ulaştırılma aracı olarak kullanacağım 'çevresel yaşam' kavramını açıklayıp daha sonra neden 'insan ekolojisi' ve 'etkileşimcilik' alanlarından faydalandığımı, son olarak ise çekirdek düşünce olan geçmişin tahavvülü başlığını neden seçtiğimi anlatıp ilk bölüme geçicem.
çevresel yaşam kavramını, çevresel sanat ve bir alttürü olan çevresel tiyatrodan esinlenerek uydurdum. bunca kavram varken yeni bir kavram üretme ihtiyacı ise çevresel yaşamın çerçevesi olan geçmişin tahavvülü ile ilintili zira geçmişin temel iki etmeni 'kişisel ve kültürel' geçmiştir. kişisel geçmişin sıfır noktası olarak 'doğum anı'nı kabul ediyorum. sonrasındaysa 'etkilenim' kavramı önem arz ediyor. etkilenim; genotip ve anne karnı sürecinin ardından resmi olarak var olunan an olan doğum anının sonrasının ilk aşaması, ayrı bir varlık olarak içsellikten çevreselliğe attığımız ilk adım, ağlayarak gelinen dünyada geçirilen ilk saatler. biyolojik bir varlık olarak doğan insan, zamanla kültürel bir varlık olmaya evrilir. ebeveynle etkileşim başladığı an işler karışır zira bebeğin kişisel ilişkilerinin tümü kültürel varlıklarla gerçekleşir. bu noktada aynı genotipe sahi tek yumurta ikizleri marjinal bir örnek olarak önemli. birbirleriyle ilişkileri azaldıkça farklılaşmaları hız kazanır ki şöyle bir hayali deney düşünelim: doğum ormanda gerçekleşsin ve ilk ikiz anneyle kalsın, ikincisi ise maymunların olduğu ormana bırakılsın. bu ikizler yıllar sonra biraraya geldiğinde fenotipleri ne kadar benzer, ne kadar farklılaşır? işte çevresel yaşam kavramına bu noktada ihtiyaç duydum. ikinci bebek tamamen çevresel bir hayat yaşamışken (maymunların kültürü olmadığından), birincisi uygar ve kültürel bir ortamda izleyicilikle çevresellik arasında gelgitler yaşamıştır. en temel fark olan 'dil', izleyiciliğin içsel örneği; zihinden geçenler ya birebir ifade edilir, ya değiştirilerek aktarılır ya da yok sayılır ve bunların yapılması için düşüncelerin izleniyor olması gerekir. bu alan etkileşimciliğin alanıdır: beden-zihin dualitesi. hayvanların kendilerini ifade edişi genotip ve etkilenim temelinde gerçekleşir. insan türündeyse etkilenimin ilk anlarından başlayarak bebekle konuşulması sebebiyle dilin dolayısıyla düşüncenin ilk tohumu atılır. tam bu noktada devreye insan ekolojisi girer. en basit tanımıyla: 'insan ve çevresi arasındaki her türlü etkileşim'.
peki tüm bu kavramların sentezine ne gerek var? cevap tahavvüldedir. tahavvül genelde zorunlu hallerde kısmen uygulanır ya da belirli hayat standardı çizgisi oturunca unutulur. kısmen uygulamak fenotiple zihnin savaşını geçici bir anlaşmayla sona erdirmektir. unutmak ise yalnızca bedeni değişen bir varlık haline gelmekle sonuçlanır. bedensel değişimler zihni etkiler, etkileşim biter, tek yönlü bir ileti -bedenden zihine yönelik- vuku bulur. bu duruma 'zihnin ölümü' diyorum. bu bağlamda tahavvül neden önemli ve nasıl olmalı? kültürel bir varlık olma yolunda aileye ve topluma uyum sağlama çabalarının sonucu olarak psişe arkaplanı olan bilinçdışı ortaya çıkıyor ki ya kendi soyut çekirdeğiyle uyumsuz, salt çevreyle uyumlu zihinsel ölüme uğramış insan ortaya çıkıyor (düşünmeyen, ifade edilmeyen zihin) ya da 'zihinsel hasta' dediğim, tahavvülü kısmen uygulayan insan. sağlıklılık için önşartım 'zihinsel doğum'. işte bunu gerçekleştirmenin yolu olarak da geçmişin devrimci bir biçimde tahavvülünü öneriyorum. son olarak şunu da belirtip giriş bölümünü noktalamanın zamanı: tahavvül yerine 'değişim ya da dönüşüm' kullanılabilir ancak eskimiş bir sözcük olan tahavvül bazılarına hiçbir şey çağrıştırmıyor olabilir ki tahavvülün seçimi dil öncesi dönemde oluşmuş somut çekirdeğe dönüş için bir çağrı simgesi kendi içinde. denemenin üst-başlığı olan 'geçmişin tahavvülü'nü okuyan biri 'geçmişin nesi?' der ve iki şey yapar: ya çağrışım olmadığı için okumaz ya da tam tersine bilinmeyeni iştahla okur. ilkini yapanın zaten ya okumaya ihtiyacı yoktur ya da zihinsel ölüdür. ikinciyi yapan ise benim gibi, toplumun geneli gibi zihinsel hastadır ve iyileşmeyi umuyordur!

A)İNSAN EKOLOJİSİ BAĞLAMINDA ÇEVRESEL YAŞAM: günümüz dünyasının yaşam seçenekleri bol; şehirde-mezrada, yerleşik-gezgin, evde-dışarıda, sosyal-marjinal vb. bir çok seçenek ve aynı zamanda seçenekler içiçe. global dünyada sonuç karmaşa. bu yazının çerçevesi ise karmaşık toplumsal yaşam değil kişisel yaşantı. bu deneme sosyolojik değil psikolojik bir çabanın ürünü. dünyanın sosyolojik, politik, ekonomik vs. alanlarda ulaşacağı nihai sona olan inancımı kendi distopik bakışımla tek bir cümleye indirgeyerek belirteyim: 'totaliter bir tüketim toplumu'. bu noktaya ne zamanve nasıl ulaşılır bilinemez ancak varsayımda bulunulabilir ki tek bilinebilir olan şey kendimiziz. insan ekolojisi çok geniş bir alan. bu yüzden bu bölümün asıl konusu olan çevresel yaşama katkısını dikkate alarak kişisel ekolojimden bahsetmekle yetinicem. geçmişi dönüştürüp, şimdiki zamanda yeterince mevcut olabilirsek geleceğimiz bir muamma olmaktan çıkar. temel olan kendi doğrultumuz netleşince, toplumsal dalgalanmalar da sınırlı bir ölçüde kişiselliğimizi etkiler. bu noktaya ulaşan, zihinsel doğumu deneyimlemiş sağlıklı insanı ekoloji belirlemez. insan, insan ekolojisinin nesnesi olmaktan kurtulur ve ekolojinin öznesi olur. halen etkilenmeye açık bir fenotipi vardır elbet ancak kişisel ekolojisini de benzer biçimde etkiler. etkileşimin sağlıklı olmaya yönelik gerçekleşmesi zorunlu olur zira sağlıklı zihin etrafın şifa dağıtır. işlevsel örnekler vermek adına gündelik hayatın bazı temel olgularına değinmekte fayda var ki öncelikli olanlar 'iş' ve 'ev'. iş, maddi-manevi tatmin sağlıyorsa arayış keyfidir. maddi tatmin, kişinin -herkese özgü olarak farklılıklar ihtiva eden- ihtiyaçlarını giderebileceği bir maaşa veya ciroya tekabül eder. manevi tatmin, zihinsel sağlığa zarar verecek etkenlerin iş ortamında olmayışına. iş tamamsa sıra ev olgusundadır. ev de iş gibi tatmin ediyorsa arayış keyfidir. ev olgusu, ev içi ve ev dışı olarak iki yönlüdür. evin içinde anahtar kavram huzurdur. ev dışında ise komşularla ilişkiler ve yaşanılan muhitten memnuniyet (ev ile ilgili daha önce yazdığım bir metin arşivde mevcut). evden işe gidildi, işten eve gelindi.. kalan zaman için iki seçenek var: sosyal ilişkiler ve hobi. sosyal ilişkiler akrabalarla süregelen ilişkiler ve arkadaş denen tanışılmış insanlarla kurulmuş ilişkilerin toplamıdır. akrabalık ilişkilerinde kurulması gereken minimum bağ; ailenin görüştüğü akrabalar eve konuk olduklarında arıza çıkarmamak, özel günlerde toplanılan eve kısa da olsa uğramak ya da telefon açıp mazaret uydurmak ve herhangi bir akrabanın hastanelik olması durumunda hastayı ziyaret etmektir. tabii son olarak evlilik ya da cenaze merasimlerine katılmak da cabası. hayatın bana ne getirceği belli olsa bile aileme ne getireceği belli olmaz! salt bu kara günler düşünülerek dahi minimum bağ koparılmamalıdır ki bu bağ aynı zamanda çevresel yaşama dahil olmanın da bir adımıdır. arkadaşlık ilişkilerini ise üçe ayırıyorum: iş arkadaşları, iş-ev dışı yaşam alanlarının paylaşıldığı arkadaşlar ve sevgili de denen duyusal etkileşimin temel olduğu özel arkadaş. tanışılmış insanlarla geçmişte kurulmuş bağlar tümüyle koparıldıysa yenileri için temel üç yol vardır; sivil toplum, kamusal alan ve kurslar. öyle veya böyle ailevi ilişkiler hariç hiçbir sosyal ilişkisi olmayan asosyal insanın tek kurtuluşu hobidir. fenotipe ve çevresel yaşama uygun bir hobinin temel özelliği kendini ifade etmeye yatkınlığıdır. bu tip bir uğraş edinilmezse geriye kalan şey boşluk olur. meditasyonla doldurulabilmesi için boşluğun, kişisel ekolojinin doğal ve güvenli bir ortam olması şarttır. böyle bir ortam da yoksa boş zamanda yıllardır alışılmış zihinsel hasta kimliği ona bürünmemiz için bizi kışkırtır. yalnızken yapılması zihinsel doğuma engel olan temel iki şey vardır: maddi bağlamda alkol kullanmak ve manevi bağlamda televizyon izlemek. yalnızken yapılması gereken; fişi çekmek ve evde alkol bulundurmamaktan ibarettir. çaresiz hissediliyorsa; ev, mümkün mertebe doğal bir ortama benzetilip yoga ve meditasyon yapılabilir. son çare boşluğu doldurmak için ek bir işe girmektir. bunu yaparken nihai hedef ise çevresel yaşama geçilemeyen kişisel ekolojiden göç etmek olmalıdır.

B)ETKİLEŞİMCİLİK BAĞLAMINDA ÇEVRESEL YAŞAM: çevresel yaşamın yolu geçmişin tahavvülü ve nihai hedef zihinsel doğum ki bu doğum gerçekleşse bile 'biyolojik doğum bilinci'ne dönmek esneklik ve dikkatin harmanlanmayışı durumunda farketmeden olur. farkındalık sadece dikkat değil esneklikle de ilgilidir. salt dikkat insanı bütünlüğünden koparır. esneklik insana zihnin herşey olmadığını hatırlatır. ne kadar dikkatli olursam olayım kişisel ekolojimin temel unsuru olan insanlardan biri; dikkatsizlikten, isteyerek ya da cinnet sonucu ölümüme sebep olabilir. insan ekolojisinin en kısa özeti 'dış uyaranların toplamı'dır ve herkes bunun bir parçası. zihinsel doğumla farklı bir dünyaya doğmam, etrafım yine hastalıklı zihinlerle kaplı olur. bu kuşatılmışlığı aşmanın yolu etkileşimcilik kavramı; iç uyaranların zihin-beden ikiliği üzerine etkileri ve zihin-beden diyalektiği. kişisel ilişkilerde zihinsel sağlığı korumanın veya zihinsel doğumun ana yolu her daim kendin olmak, özne olabilmektir. ilişkiye girilen kişilerin etkisiyle bilinçaltından farklı farklı şeyler bilinç düzeyine çıkar. mesele bunları soyut çekirdeğin rehberliğinde süzmek, fenotipe uygun bir biçimde, etkileşim anı sonrası olumsuz tortular kalmaması amacıyla 'ol'abilmek için aktarmaktır. ben, özne olabilirsem, doğru insanları da seçebilirim. deneme-yanılma yöntemiyle yıllarımı geçirmem. ihtiyaç öznelerarası ilişkiler kurmaktır. insanları kategorize etmem. sadece zihinsel olarak sağlıklı oluşları önem kazanır. bu bir ayrımcılık değildir. en önemli sorumluluk olan kendi sağlığımı korumanın öncelikli yoludur. insanlar üzerine düşünmeye, onları analiz etmeye gerek yok. bunu düşünsel olarak yaparsam kendimden uzaklaşırım. zihnim başkalarıyla meşgulken, bedenimle etkileşimi kesintiye uğrar. odaklanmam gereken iç uyaranlardır. bunu yapacak kadar dikkatli olursam, zihin farkında olunan bir alan olur, bilinç ışır. böylece farkedilemeyen uyaranlar sebebiyle bedende semptomlar ortaya çıkmaz. ikincil olduğu halde içten geldiği sanılan bedenin zihne yönelik hastalıklı etkileri vuku bulmaz. zihin tamamsa, zihinsel doğum olmuşsa çatışmalar biter.sağlıklı etkileşim sonucu çevresel yaşamın yolu açılır.

SONUÇ: geçmiş, geçmiş yıllar üzerine düşünerek değil bugüne etkileri irdelenerek değiştirilebilir. bugün dedğim şey insan ekolojisinin doğal bir sonucu: dünya kendi ekseni etrafında dönüşünü yirmidört saatte tamamlıyor ve dünyada bulunduğum kişisel ekolojime uygun olarak gece ve gündüz dene döngünün parçasıyım. peki benim eksenim ne? soyut çekirdeğim. bugünü yirmidört parçaya bölen kültürümüz bunu uygarlık adına yaptı tamam ama ben neden saat-zamanına uyuyorum? güvenliğimi sağlayacak kadar para kazanabilmek ve evrensel olarak insanlar uyduğu için. bu soru-cevaplar kişisel ve kültürel geçmişe yönelikti. cevapların ilki soyut, ikincisi ise somuttu. kendimi soyut olarak algılarım, çevremi ise somut. bu hemen herkes için geçerlidir. kimse zihnimde soyutladığım kendimi algılayamaz, ben de kimseyi. işte soyut çekirdek bu kadar kişiseldir ve herkeste kendine özgü bir yapı olarak şekillenir.. bu yazıya son noktayı koyduğum andan sonra ne yapacağım? peki yapacağım şeyden sonra? gelecek, zihinsel doğum olsa dahi pusludur. net olan tek şey benim olup olamayacağım. yapacağım şeylerin temelde önemi yok, olmak önemli. işte soyut çekirdek oluşun özünü muştulamak için gerekli bir kavram. buna töz veya varlık sözcüklerinin bugüne dek yapılmış yorumlarına verilmiş kişisel bir cevap diyebilirim. makro düzeyde evrenle ilgili çözümsüzlüğe de cevabım aynı: kozmogoni araştırmalarının pratik bir sonu olamaz. sadece teorik olarak bir yere varılabilir. bu praksis yoksunu noktadaki bilgelik kabullenmek. doğa bunu her an sergiliyor. doğanın kültürü yok, sadece var. insanın ise salt doğal bir varoluş için geriye dönüp doğaya karışma şansı yok ama nihai bir sona varış şansı da yok. geriye veya ileriye gitmek kültürel bir hastalık. uygarlaştık ve güvendeyiz.zihnin hastalıkları güvenliğin bedeli. önce evler yaparak hayvanlardan korunduk sonra devlet ve hukukla birbirimizden korunmaya başladık. devrimci pratik çevresel yaşamaktır. bugünden zevk alınamayan, çevresel yaşanamayan zaman, kültür vasıtasıyla çevreselliğe geri dönebiliriz. uygarlık verdiğini alır ve insanı andan koparır. uygarlık, evrensel bir tüzel kişilik gibidir. o zaman ben, kendi gerçek kişiliğimle karşısında ezileceğime göre ya kaçar ya da insanlarla birlik olurum. ölüm, salt tüketici olmaktır. yaşam ise birlik olmak. düşman kim peki? düşman sormaktır, dost ise yaşamak!

12 Haziran 2008 Perşembe

8 Haziran 2008 Pazar

Göz


Hayvanlarda çok çeşitli göz biçimlerine rastlanır. Gözün yapısı yalın yahut böceklerin bileşik gözleri ve omurgalıların gözleri gibi daha gelişmiş olabilir. Yalın canlılarda gözler bedenin önünde, deride yeralan ışığa duyarlı hücrelerden oluşur. Sineklerin gözleri ise özellikle hareket ve renk ayırt edecek bir yapıdadır.



Avcı kuşlarınkiler, insanda olduğu gibi başın önünde buna karşılık başka kuşlar tarafından avlanan kuşların gözleriyse daha geniş bir görme alanını kaplayacak biçimde başın iki yanında yeralır. İnsan, maymun ve bazı başka gelişmiş canlıların gözleri, özel biçimleri seçip tanıyabilirler. Buna karşılık hayvanların çoğu, renkleri ancak bir ölçüde algılarlar. Bazı hayvanlarsa renk körüdür. Toprak altında ya da denizin derinliklerinde yaşayan bazı canlılarda, gözler işlevlerini bütünüyle yitirmiştir.



Memelilerin gözleri kafatasının içindeki boşluklarda yerleşmiştir ve kaslar sayesinde her yönde hareket edebilir. Salyangozlar ve solucanlar ancak karanlık ile aydınlığı ayırt edebilirler; yalın gözlü eklembacaklılarsa ışığın yanı sıra, hareketi de belirleyebilirler. Sinekler ve arılar küçük hareketleri, genel biçimi ve rengi algılayabilirler; ayrıca böceklerin bir çoğu, insanların göremedikleri morötesi ışığı da görebilirler. Gözlerinin yapısı omurgalılara benzeyen ahtapot ve mürekkepbalığı, cisimleri net görebildikleri halde, üç boyutlu göremezler. Omurgalılardaysa, gelişmiş gözler çok farklı koşullarda ayrıntılı biçimde görmelerine olanak sağlar. Gece dolaşan canlılar, az ışıkta iyi görmelerine karşılık, gündüz, ışığın şiddeti karşısında körleşirler.



7 Haziran 2008 Cumartesi

Martin Scorsese filmleri


Siyad'ın resmi sitesi 'shine a light' vesilesiyle eleştirmenlerin en çok beğendiği beşer martin scorsese filmini sitenin haftaya bakış adlı köşesine koymuşlar. Ben de bu vesileyle sevdiğim yönetmenlerden olan scorsese'nin filmlerini tekrar gözden geçirdim ve başta kendi favorilerimi sonra da tanıdığım (birebir değil yazılarından tanıdığım) yerli eleştirmenlerin favorilerini bu beyaz sayfaya aktardım. filmler birden beşe doğru sıralanmış değil belirtmeden geçmiyim. son olarak: bu listeyi buraya aktarma amacım scorsese izlemek isteyen ama onca film arasından 'hangilerini seçeyim' diye düşünen taze sinemaseverlere bir rehber olsun düşüncesi...


kronolojik sırayla kişisel favorilerim:
Taxi Driver, The Last Temptation of Christ, Goodfellas, Cape Fear, The Departed.


Siyad üyesi eleştirmenlerin favorileri:

Selin Gürel: Taxi Driver, Raging Bull, The Last Temptation of Christ, The King of Comedy, After Hours.
Cem Altınsaray: Goodfellas, Taxi Driver, Raging Bull, Mean Streets, After Hours.
Tuna Erdem: Raging Bull, Taxi Driver, Bringing Out The Dead, Goodfellas, The Age of Innocence.
Murat Emir Eren: Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas, The Aviator, Mean Streets.
Engin Ertan: Mean Streets, Taxi Driver, Raging Bull, After Hours, Goodfellas.
Talip Ertürk: Raging Bull, Taxi Driver, After Hours, Goodfellas, Casino.
Mehmet Açar: Raging Bull, After Hours, Goodfellas, Taxi Driver, The Age of Innocence.
Melis Behlil: Taxi Driver, The Last Temptation of Christ, Goodfellas, Casino, The Aviator.
Uygar Şirin: Taxi Driver, The King of Comedy, Goodfellas, The Age of Innocence, Bringing Out The Dead.
Kerem Akça: Taxi Driver, Who’s That Knocking at My Door, Raging Bull, Mean Streets, Boxcar Bertha.
Burçin S. Yalçın: Taxi Driver, Raging Bull, The Age of Innocence, Goodfellas, Casino.
Burcu Aykar Şirin: The Age of Innocence, Goodfellas, The King of Comedy, Taxi Driver, After Hours.
Fatih Özgüven: The Departed, Casino, The King of Comedy, Raging Bull, Taxi Driver.
Murat Özer: After Hours, Taxi Driver, Raging Bull, Goodfellas, Bringing Out the Dead.
Cüneyt Cebenoyan: Taxi Driver, New York New York, The Last Waltz, Raging Bull, After Hours.
Banu Bozdemir: Taxi Driver, The Last Temptation of Christ, Goodfellas, Raging Bull, Gangs of New York.
Sadi Çilingir: The Aviator, Gangs of New York, Goodfellas, New York New York, Taxi Driver.


-SON-

Tütün



Tütün ve başta sigara olmak üzere her türden tütün ürünlerinin kullananların
sağlığında ciddi ve çoğu zaman onulmaz hasarlara neden olduğu artık bilimsel
bir gerçektir. Tütün kullanımının özellikle erkeklerde ‘küçük hücreli
akciğer kanseri’ oluşumunda en önemli risk etkeni olduğu kanıtlanmıştır.
Aynı şekilde tütün kullanımının kalp ve damar hastalıkları oluşma riskini
artırdığı da bilinmektedir. Gebelikte tütün kullanımının düşük doğum ağırlığına
neden olduğu da kesin bir gerçektir. Tüm bu gerçeklerin yanısıra tütün karşıtı
kampanya, uygulama ve yasaların doğrudan insan sağlığını düşünerek başlatıldığı
çok tartışmalıdır!


ÇOK KISA TÜTÜN TARİHİ:
Tütün Amerika kıtasından dünyaya yayılmıştır. Amerika kıtasının yerlileri
tarafından en az dört bin yıl önce çiğneme ya da dumanını soluma şeklinde
kullanılmaya başlandığı bilinmektedir. Avrupa kıtasına ve oradan tüm dünyaya
yayılması 1492 yılında Amerika kıtasının ‘keşfedilmesinden’ sonra olmuştur.
16. yy başında tütün Avrupa ve Asya kıtasında yaygın olarak kullanılmaya
başlanmıştır. Türkiye’ye girişi 1580’de olmuştur. İbrahim Peçevi 1601 yılında
yazdığı tarihinde İstanbul’da insanların sokaklarda tütün içip dumanını
birbirlerinin yüzüne üflediklerini yazmıştır. Yaklaşık aynı dönemlerde
tarımı da başlamıştır.

İLK TÜTÜN YASAKLARI:
Dünyada tütünün kullanımının ilk yasaklanması Britanya ve Osmanlı İmparatorluğu’nda
olmuştur. Her ikisinin gerekçesi de sağlık değildir. Britanya Kralı I.James
1602 yılında Britanya’da önce tütün kullanımını yasaklamak istemiş,
baş edemediğinde ise tütün vergilerini 4000 kat artırarak, denetim sağlamaya
çalışmıştır. James’in yasağının ardında da Yeni dünya’dan gelen ticareti
denetleme arzusu olduğu düşünülmektedir. 1633 yılında IV. Murat tütün kullanımını
yasaklamış ve içenlerin başının kesileceğini buyurmuştur. İlk gün 18 kişinin
başının kesildiği rivayet edilmektedir. IV.Murat’ın tütünü yasaklamasının ardında
nerdeyse tümüyle ahşap evlerden oluşan İstanbul’daki yangınlarının tütün
kullanımına bağlanması olduğu düşünülmektedir. Bu yasak 10 yıl sürmüştür.
On yedinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar tütün endüstrisi ve tütün bağımlılığı
dünyada büyük bir hızla artmış, bu dönem boyunca tütünün insan sağlığına
zararlı olup olmadığı hep tartışmalı olmuştur. Ancak bu üç yüzyıl boyunca
tütün endüstrisi ve tütün vergilerinin, imparatorluklar ve devletler için
en önemli gelir kaynaklarından biri olması, değişmemiştir. Tütün tarımı
kırsal alanda büyük bir istihdam ve gelir kaynağıdır. Ama tütünden
asıl vazgeçemeyen devlet hazineleridir.

DEVLETİN PARADOKSU:
Tütün karşıtı kampanyalar bir yandan devlet destekli yürütülür ama diğer yandan
tütün ürünlerinin çok yüksek vergileri hemen tüm devletlerin en önemli gelir
kaynaklarından biridir. Yalnızca vergi üzerinden elde edilen gelir dışında
tütün endüstrisindeki iş gücü istihdamı da devlet için çok derece karlıdır.

NAZİLER: İLK TÜTÜN KARŞITLARI
Naziler 1930’lu yıllarda dünyanın en güçlü ve yaygın sigara karşıtı kampanyasını
yürütmüşlerdir. Nazi doktorları ve askeri liderleri tütünün “ırk” için
zararlı olmasından endişeleniyorlardı. Çok sayıda Nazi lideri tütün karşıtlığını
seslendiriyorlardı. İlgi çekici olarak II. Dünya Savaşı yıllarının liderlerinden
Churchill, Stalin ve Roosevelt ağır birer tütün bağımlısıyken, Hitler, Mussolini
ve Franko tütün karşıtıydılar. Sert bir tütün karşıtı olan Hitler, tütünün,
Kızılderili’nin kendisini alkole alıştıran beyaz adama yönelik misillemesi
olduğunu düşünüyordu ve Almanya’da Nazizmin başarılı olmasının yolunun
tütünün bırakılmasından geçtiğini söylüyordu. Ancak Nazilerin sert tütün karşıtı
kampanyaları ters tepmiştir. İlk 6 yıl Almanya’da tütün kullanımı dramatik
bir şekilde artmıştır. Öyle ki aynı dönemde çok daha yumuşak bir tütün
karşıtlığının uygulandığı Fransa’da tütün kullanımı çok daha az artmıştır.
Bu farkı bazı tarihçiler Nazi düşüncesine yönelik edilgen bir kültürel direniş
olarak yorumlamışlardır. Aynı dönemde tütün üreticileri de çok güçlü, etkin ve
sinsi bir tütün yanlısı program yürütmüşlerdir. Tütün karşıtları
tütün endüstrisinin Amerikan tarzı tanıtım teknikleri karşısında
başarısız kalmaktan çok yakınmışlardır. Örneğin tütün karşıtlığı
Almanya askeri liderlerinde kuvvetliyken SA (Nazi milisleri) markasıyla
sigara üretmişlerdir. Çok sayıda tütün karşıtı propogandaya karşı olan
dergilerin yayınlanmasını sağlamışlardır. 1939 yılından sonra Nazi
tütün karşıtlığı daha da şiddetlenmiş, önce resmi dairelerde sigara içimi
yasaklanmış ardından hastaneler, kamu binaları ve huzurevlerinde
sigara kullanımı yasaklanmıştır. Resmi görevlilerin üniformalı ve görevdeyken
sigara içmelerini yasaklamıştır. Bu dönem sigara tüketiminin artık azalmaya
başladığı dönemdir. 1941 yılında Almanya’nın 60 kentinde sokakta sigara içmek
yasaklanmıştır. Aynı dönem gebe ya da 25 yaşından küçük kadınlara sigara kuponu
verilmesi ve restoranlarda kadınlara sigara satışı yasaklanmıştır.
1944 yılında ise tüm tren ve otobüslerde sigara içimi yasaklanmıştır.

BAŞARISIZ TÜTÜN KARŞITLIĞI:
Özellikle 1950’li yıllarda yapılan kontrollü bilimsel çalışmalar tütünün,
içenin sağlığına ciddi zararlar verme riski olduğunu kesinlikle gösterdi.
Elli yıllardan sonra seksenlere kadar tütün karşıtı kampanyalar daha çok
sağlık örgütleri ve bilimciler eliyle yürütülmekteydi. Ancak başta çok güçlü ve
kaynakları zengin olan tütün üreticileri bu kampanyaların başarılı olmasını
hep engelledi ve tüm dünyada tütün kullanımı sürekli arttı.
Sinema filmlerinden, popüler ikonlara, edebiyattan medya reklamlarına kadar
tütün endüstrisi her alanda tütün kullanımını özendiren, kışkırtan ve bir kimlik
imgesi haline getiren çalışmalarını sistemli ve büyük paralar harcayarak
yürütüyordu. Bu güçlü tütün yanlısı lobi karşısında sağlık alanındaki bilimcilerin
“tütün sizi öldürür” uyarılarının hemen hiçbir etkisi yoktu. Sonra seksenler geldi.

80’LER: ‘TÜTÜN İÇEN SENİ ÖLDÜRÜR’
1980’li yıllarla birlikte tütün karşıtı kampanyalar sağlık bilimcilerden çok
sivil toplum kuruluşları ve doğrudan devlet eliyle yürütülmeye başlandı. Bu dönemde
tütün karşıtı kampanyaların temel sloganı dramatik bir değişim gösterdi.
O zamana kadar tütün karşıtı kampanyalar kullanıcıya yönelik ve onun sağlığının
bozulacağı uyarıları temelinde yürütülürdü. Seksenlerden sonra ise tütün karşıtı
kampanyaların hedef kitlesi ve sloganı değişti. Artık “içersen ölürsün yerine
içen seni öldürüyor” sloganı öne çıkarılmaya başlandı. Buna eşlik eden
tütün içenlerin ikinci sınıf insan muamelesi görmeyi hak ettikleri yayılmaya
başlandı. Toplumun ırkçı eğilimleri için tütün bağımlıları kolay ve savunmasız
bir hedef haline geldiler. O güne kadar tütün içersen ölürsün uyarısından
hiç etkilenmeyen insanlar, başkası içerek ve dumanını senin soluduğun havaya
üfleyerek seni öldürüyor sloganının ırkçı büyüsüne bayıldılar. Ardından tütünün,
yoksullar, göçmenler, serserilerin az gelişmiş ülkelerden gelenlerin kullandığı
bir madde olduğu ve bu toplumun düşük insanlarının içtikleri tütünle havayı
kirleterek “beyazların” sağlığını tehlikeye attıkları fikri hızla yayıldı.
Tütün kullanımı bir dışlama ve aşağılama sembolü haline geldi.

MODERN IRKÇILIK VE DİSİPLİN ARACI:
Devletler bir yandan tütün karşıtı kampanyaları otoriter yöntemlerle yürütür ve
bir çeşit toplumsal denetim aracı olarak kullanırlarken diğer yandan tütün ürünleri
tüketiminin sağladığı vergi gelirlerinin azalmasını istemez. Tüm dünyada
tütün kullanımından çok daha tehlikeli birçok besin, hayat tarzı ve uygulama vardır
ancak bunlardan hiç birine tütün karşıtı kampanyaların ırkçı, dışlayıcı
sloganlarıyla yaklaşılmaz. Amerikan şişmanlığı bugün tütünün yol açtığı
sağlık sorunlarından çok daha büyük sağlık sorunlarına yol açmakta ve üstelik
şişmanlık yine tütün kullanımı gibi dışlayıcı, aşağılayıcı bir ırkçılıkla
aşağılanmaktadır. Ancak ne bir sivil toplum kuruluşunun ne de devletlerin aklına
“fast food”u, transyağları ya da kızartmaları yasaklamak gelmemektedir.
Dahası şişmanlarda aşağılanmakta ancak şişmanlıkla kendi başlarını derde sokmaktan
başka diğer insanlara bir zarar vermedikleri düşünülmektedir. Oysa tütün
kullanıcılarının sadece kendilerine değil “kirlettikleri hava” ile başkalarının da
sağlığını bozdukları savunulmaktadır. İşin garibi tütün dumanına pasif olarak
maruz kalmanın içmeyenlerde hastalık riskini ne ölçüde artırdığı bilimsel yönden
henüz tartışmalıdır. Evet tütün zararlı bir maddedir ancak bugün bilinen,
içene kesinlikle zarar verdiğidir. Yoksa açık havada ya da havalandırması
iyi yapılmış kapalı mekanlarda kullanımının içmeyenlere zarar verip vermediği
tartışmalıdır.

TEMİZ HAVA HAREKETİ NEYİ TEMİZLER?
Türkiye’de şimdi güncel olan tütün yasağı ve tütün karşıtı kampanya hem Nazi
tütün karşıtlığından hem de seksen sonrası ırkçı, düşmanlık yaratıcı tütün karşıtı
kampanyalardan derin etkiler taşımaktadır. “Temiz havamızı kirletmelerine
izin vermeyelim” sloganı düşmancıldır ve dışlayıcıdır. Dincilerin düşmancıl
tütün karşıtı kampanyalara sarılmalarının çok anlaşılır bir nedeni vardır.
Alkol İslam dininde yasaklanmıştır ama tütünle ilgili bir bilgi yoktur. Oysa,
Kuran’ın mümine zarar verme ilkesi, tütün içenin dumanıyla içmeyene zarar verdiği
bilgisiyle örtüşmektedir. Alkolü bireysel bir günah olarak görüp kısmen de olsa
göz yuman dinciler, tütünü ve kullananı, başkasına zarar verdiği için kesinlikle
hoşgöremez. Bugün sigara içenler havamızı ‘kirletiyor’; yarın havamızı kimlerin
kirleteceğinden ve onları nasıl dışlayıp, aşağılayıp, cezalandıracağımızdan
emin miyiz?


2 Haziran 2008 Pazartesi

Metropolis

ANLAMI:
aslen büyük şehir değil, 'ana şehir' demektir.
antik yunandaki sehir devletleri, dar tarim alanlarinin besleyebileceginden fazla nufusa sahip olunca ya sparta gibi askeri fetihlerle yeni yerler elde etmisler, ya atina gibi ticarete agirlik vererek cesitli alanlardaki uretim kitligini kapatmislar ya da corinth gibi kolonizasyona gitmisler. yuzlerce kisilik gruplar yeni topraklari kolonize ederken, pratikte yeni bir devlet kuruyorlardi ama dogal olarak geldikleri sehirle aralarinda cok kuvvetli kulturel ve politik baglar bulunduruyorlardi. iste kolonilerin en azindan kulturel olarak bagli olduklari sehirlere metropolis denir. yani teknik olarak ne istanbul ne de new york birer metropol degiller cunku koloniler yaratmadilar. tabii zamanla halk arasinda soylene soylene buyuksehir haline gelmis ve anlami da bu sekilde degismis, koloni hikayesi de tarihin tozlu sayfalarina gömülmüş.
(immanuel tolstoyevski, 31.03.2006 02:17 - ekşisözlük)





SİNEMA FİLMİ:
1927 yapımı Fritz Lang filmi. Sessiz sinemanın nadide örneklerinden olup ilk uzun metraj bilimkurgu filmi olduğu kabul edilir. Distopik film türünün en iyisi diyenler de vardır. 1949'da aynı isimli manga yayımlanmış ve 2001'de animesi beyazperdeye aktarılmıştır. Aşağıda orijinal metropolis ile ilgili internette bulabildiğim en iyi yazıyı kopyalayıp yapıştırdım zira amerikayı yeniden keşfetmenin alemi yok. Maksat arayana kolaylık, aktarana keyif olsun...
İşte filmin bol 'spoiler' içeren ve sonunda yorumu yapılan o güzel yazı:

''Üç Çeyrek Yüzyıl Sonra Yeniden 'Metropolis' - Ulaş Başar Gezgin''

Metropolis filmi, Fritz Lang tarafından 1927’de çekilmiş. Sessiz film... Senaryosu, Thea Von Harbou’ya ait. Alman Dışavurumculuk Hareketi’nin klasiklerinden. Bizim bu film üzerine birkaç söz söylemeye ihtiyaç duymamızsa, Metropolis’te çizilen ‘distopya’nın (yani kötü ütopya) diğer 3.Dünya ülkeleri kadar Türkiye hakkında da birşeyler söylüyor olmasından kaynaklanıyor.
Yerin altında çok kötü koşullarda işçiler çalışmaktadır, yerin üstünde ise kentin egemeni, akrabaları ve kimi ileri gelenleri sefa sürmektedir. Cennet’le Cehennem bir arada. Sınıf çelişkisinin klasik bir sunumu... Ancak olaylar daha sonra değişecek: Kentin başkodamanının oğlu Freder, bir gün kazayla makine odasına iner. Burada işçilerin içinde yaşadığı Cehennem’i görür ve dehşete kapılır. Bir işçinin görevini alarak on saati makineler içinde ter dökerek geçirir. Vicdan azabı duyar ve babasına söyler durumu. Babası, tabii ki, başından beri biliyordur işçilerin içinde bulunduğu koşulları. “Eh, ne yapalım? Başka yolu yok para kazanmanın...” gibi gerekçeler koyar oğlunun önüne... Üstelik, bir müdürü de azarlar babası: “ ‘Oğlum makine odasına girmesin’ diye uyarmamış mıydım önceden! Bu ne dikkatsizlik! Kovuldun...” Freder, babasının bu tavrı karşısında kahrolur. Bu arada, işçilerin üzerinde birtakım tasarılar ele geçirilir. Bu tasarıların anlamını çözemeyen başkodaman, tasarıyı, kentin mucidi Rotwang’a götürür. Rotwang, başkodaman geldiği sırada, bir yapay işçi üzerinde çalışmaktadır. Hiç yorulmayacak, her emre itaat edecek bir kadın işçi. Sonunda başarmıştır. Başkodaman gelir, tasarıların anlamını sorar. Rotwang bir süre baktıktan sonra, bunların, yerin daha da altındaki katakombların haritası olduğunu bildirir. Birlikte oraya giderler. Görürler ki işçiler bir yerde toplanmış, birini dinlemektedir: Maria’yı (‘Meryem Ana’ da diyebiliriz; çünkü ‘Meryem’, Maria’nın karşılığı). Maria, barışçıl söylevler vermekte; sevgiden, kardeşlikten sözetmekte, iş koşulları dolayısıyla iyice yabancılaşan, iyice makineleşen işçileri kendinden geçirmektedir. Başkodamanın aklına bir fikir gelir: yapay insan, Maria’nın görüntüsünde yapılacaktır. Böylece işçileri denetlemek daha kolay olacaktır. Kalıbını çıkarmak için(!), Maria’yı kaçırırlar. Bir süre sonra, Maria görüntüsündeki robot hazırdır. Başkodaman, işçilere karşı şiddet uygulamak için bir bahane aramaktadır. Maria’ya, işçileri ayaklandırması emrini verir. (Bu kısımda birtakım sorunlar olduğunu düşünüyorum; yorumlar, film öyküsünden sonra sunulacak.) Maria, amacına –ya da başkalarının amaçlarına– ulaşır. İşçiler makineleri kırmaya başlamıştır. Halbuki bilmedikleri bir durum vardır: Makineler daha fazla kırılırsa, işçi evleri –işçilerin aileleriyle birlikte- sular altında kalacaktır. Sonrasında su baskını engellenmiş midir, engellenmemiş midir, anlayamayız. Kadın işçiler, çocuklarının akıbetinden kaygı duyarlar. Bu arada, insan Maria, Rotwang’ın elinden kaçmıştır. Freder’le karşılaşırlar ve çocukları güvenli bir yere götürürler. İşçiler, çocukların kurtulduğunu bilmediklerinden herşeyin sorumlusu olarak makine Maria’yı ateşe atarlar, ‘Cadı!’ çığlıkları arasında... Yanarken, gerçek teni görülür: Bir makinedir. O sırada insan Maria gelir. Rotwang, peşindedir. Başkodaman endişeye kapılmıştır: Acaba oğluna bir şey olmuş mudur?... Ve herkes oğul endişesiyle kavrulmaktadır o an. Başkodaman, herkesin insan olduğunun farkına varır. Freder sonunda görünür, Maria’yı Rotwang’ın elinden kurtarır. İşçileri babasıyla barıştırır, Maria’yı öper ve film burada son bulur.
Metropolis filmi, Tolstoy’un ‘Hıristiyan anarşizmi’ öğretisini sunan bir film. ‘Hepimiz kardeşiz; dinimiz, ahlakımız, vicdan duygumuz bizi birbirimize bağlar. Bunlarda ortağız. Öyleyse daha ne...’ şeklinde özetlenebilecek görüşlere bağlı kalmış bir film. Ancak Tolstoy’da da, Metropolis'te de eksik olan şey, bir sosyal psikoloji terimi kullanırsak, dış topluluk. ‘Biz’ var, ama ‘Onlar’ yok. ‘Onlar’ın olduğu bir tabloda, ‘Hepimiz kardeşiz’ demek öyle kolay değil. Bir de Müslüman kenti olsa Metropolis’in yanıbaşında, ya da bir Yahudi yerleşimi, durum çok farklı olurdu.
Filmde sürekli geçen bir cümle: ‘Kafayla kol arasında bir aracı vardır: kalp’. Yani, ‘Hepimizin paylaştığı bir duygu repertuvarı var; o, dünyayı yaşanılır kılmaya yeter’ türü bir iletisi var. Ama acaba böyle mi?.. İşçilerin üzerinde tasarılar bulunması, iyi düşünülmüş bir nokta. Biz izleyiciler, böyle rezil koşullarda yaşayan işçilerin er ya da geç başkaldıracağını düşünürüz. Bir tür toplumsal temsil. Yani hepimizde ortak olan bir olay akışı kavrayışı... Bu da merak öğesi yaratıyor. ‘Merak, tiyatronun DNA’sıdır’ derler, bunu film için söylemek de olası... İşçiler kaçış hazırlığında yönlü bir tahmin yürütüyoruz. Ama tutmuyor. İnsanlar, Maria’yı dinlemeye gidiyor gizli gizli. Halkın afyonluğunu yapıyor. Şimdi bir ayraç açıp özel bir konuya girelim: Bir bireyin, insanca bir yaşam sürmesinin iki yolu vardır: Ya olumlu veya olumsuz bir şeylere maruz kalır ve dünyaya bakışı değişir (bu şekilde Toplama Kampları’nda bile yaşamanın olanaklı olduğunu, Kamplar’dan sağ çıkmış kimi psikologlar söylüyor). Ya da insanca bir iktisadi-siyasal düzen yaratmak... Psikologlar ise, ikinci yolu değil de birinci yolu seçtikleri ölçüde, iktidar sahiplerine suç ortağı olurlar. Maria burada halkın afyonudur. Barışçıl sözleriyle insanlardaki öfkeyi dindirmektedir. Bir söylevinde, Babil Kulesi’nin yapılış öyküsünü anlatır: Varsıllar, göğü delip geçecek bir kule yapmayı düşlemişlerdir; onbinlerce yoksul, çalışmak üzere gelir. Varsıllar ve yoksullar için kulenin anlamı farklıdır: Yoksullar için saatlerce süren zahmet demektir. Ama sonunda kurarlar ve tepesinden bakarlar aşağıya, hep birlikte... Öfkeye yer yoktur... Maria’nın kişiliğinde, halkın tüm afyonları simgeselleştirilmiştir. Başkodamanın, şiddete başvurmak için gerekçe araması garip. Çünkü bu, bir parça hukuk devletini ansıtıyor. Yani, başkodaman bile kafasına göre şiddet uygulayamaz. Bir mantığı olmalı. Oysa, Metropolis’te hukuk devletinin zerresine rastlanmıyor. Bu yüzden, bu kısmı biraz zorlama sayıyorum. Su baskını, işçilerin başkaldırırken yitirecekleri birşeylerinin olmasını temsil ettiği ölçüde güzel. Ve üstüne, halkın yanar-döner halleri... Dün gözü kapalı dinledikleri Maria’yı, ‘Cadı!’ diye yakabiliyorlar. Bunun örnekleri bol...
Film bittikten sonra ne olmuştur, bu, belli değil. Yukarıda sözünü ettiğimiz iki yoldan hangisi gerçekleşmiştir acaba? Birincisi ise, statüko sürdürülmüştür. İşçiler artık, makinelere başka türlü bakmaktadır, patronlarını sevmektedir, -çocuklarının kurtulduğu- o büyük günün anısıyla yaşarlar bundan böyle... İkincisi ise, çalışma koşullarında düzelmeler olmuştur, çalışma saatleri azaltılmıştır. Ya da köklü değişiklikler gerçekleşmiştir: Başkodaman alaşağı edilmiştir, üretimle ortaya çıkan artı-değer, işçiler arasında eşit bölüştürülmektedir. Şimdi genelde 3.Dünya, özelde Türkiye bağlamına gelelim: Varsıllarla yoksulların arasındaki uçurum, gün geçtikçe derinleşiyor. Bu konu, bir Amerikalı gazetecinin yorumları dolayısıyla, Türkiye gündeminin de başköşesine oturdu. Orta sınıf eriyor ve yavaş yavaş Metropolis’in ilk haline dönüyoruz. Fakat bir öğe daha var; yabancı sermaye kapıda. Ulusalcılık-uluslararasıcılık tartışmaları almış başını gidiyor. Ulusalcılar, Türkiye’nin düzeni böyle gitsin mi istiyor... Tabii ki hayır... Ama yabancı sermayeyi reddederken, yerli iktisadın güç ilişkilerini yeniden kuracak hamlelere ihtiyacımız var. Kodamanların oğullarıyla, herkese ortak oğul kaygısıyla olmayacağını da biliyoruz bu işin... Metropolis’e bakınca, şunu söylemeden edemiyorum: Dünyada ne kadar az şey değişiyor ya da ne kadar az şey beklenilenden farklı olarak değişiyor. (kaynak: http://ulas.teori.org/)