29 Ağustos 2008 Cuma

Psikanalist

Bence her kim bir ücret karşılığında, insanlarla nasıl yaşamak istedikleri üzerine konuşurken Freud'un aktarım, bilinçdışı ve rüya-çalışması kavramlarını kullanıyorsa, ona psikanalist denir. Psikanaliz eğitiminin varlığı –ki psikanalizin ilk ortaya çıktığı ve en yaratıcı olduğu dönemde böyle bir eğitim yoktu– ve psikanalistlerin örgütlenme yöntemleri, "Psikanaliz nedir?" ya da daha doğrusu "Psikanaliz neye benzer?" sorusunu gündeme getirir. Tıbba mı, müziğe mi, dostluğa mı, kabule mi, meteorolojiye mi, ebeveynliğe mi, tahmin yürütmeye mi? Ve elbette "Öğrenmek ne demektir?" sorusunu da gündeme getirir. Psikanaliz, bütün bu soruları geleneklerin bugüne kadar izin verdiğinden daha ilginç, daha eğlenceli hale getirebilir. Örneğin bir psikanalist, ne yaptığını bilmemeyi ve yine de yapmaya devam etmeyi öğrenmek zorundadır.
Buna rağmen psikanaliz, Wordsworth'ün The Prelude (Prelüd) adlı yapıtındaki ünlü pasajında "iktidar kaybıyla satın alınan bilgi" diye adlandırdığı şeyin paradigmasına dönüşme riskini de içinde taşır ve kuşkusuz buradaki kullanımıyla iktidar, baskıdan ziyade ilhama akrabadır. Hepimizin bildiği gibi psikanaliz, son derece pahalı bir bilgidir. Her anlamda büyük bir maliyeti bulunduğundan kendi seçkinciliğini besler. Ve seçkincilik ile bir zamanlar ruh sağlığı adı verilen, oysa iyi yaşamak denmesi gereken kavramlar birbirlerini tamamen dışlarlar.
Psikanalistlerin, Freud'un sözde "yeni bilim"inin ilk yıllarında, prestijli tıp bilimiyle müttefik olma çabalarıyla başlayan seçkinciliklerinin, asimilasyon kaygısına karşı bir tepki olduğunu düşünüyorum. Başta soru, "Freud'un icat ettiği psikanaliz, mevcut çağdaş tıbbi uzmanlıklarla nasıl bağdaşabilir?" idi. Sonradan, belki de daha korkutucu bir soru baş gösterdi: "Nazizm'den kaçan psikanalistler, yerleştikleri yeni ülkelerinde kendilerine nasıl yer edinecekler?" Psikanaliz, insanların içinde yaşadıkları kültürlerle daima ters düştükleri yolları ortaya çıkarıyorken bu mülteciler, nasıl olup da meşruiyet kazanacaklar? Freud kısa zamanda düz anlamıyla gerçeğe dönüşen bir şey keşfetmişti: Tüm insanlar takma adlarla yaşarlar. Anlaşılabilir nedenlerle bu ilk analistlerin saygınlığa direnmesi çok zordu. Yine de psikanalizin, tanımı gereği, mevcut ahlaki söz dağarcıklarıyla çeliştiği de ortadaydı. Ne de olsa bilinçdışı bizim uyum sağlamadan katılan yönümüzün tanımıydı.
Psikanalizin dili çarçabuk, uyuşması mümkün olmayan o eskimiş "irade" diliyle karıştırıldı (ve hâlâ karıştırılmakta). Oysa bilinçdışı söz konusu oldu mu, deneyemezsin, çabalayamazsın, kendini serbest çağrışım yapmaya ya da dilinin sürçmesini sağlamaya zorlayamazsın, rüyalarını planlayamazsın. Ancak bu iki dili birbirine bulaştırmak her psikanaliz çeşitlemesini aleni bir ahlaki emre dönüştürür: iyi olmaya çalış (Klein), kendiliğinden olmaya çalış (Winnicott), kendini şaşırtmaya çalış (Lacan). Eğer bilinçdışı uyumsuz olanın tanımıysa, neden psikanalizin de uyumsuz ve kendi başına buyruk türlerine tahammül etmekte bu kadar zorlanıyoruz? Psikanalitik grupların bölünmesinin bir sorun olarak algılanması saçma: Psikanalist tanımı gereği, muhalif seslere kulak kabartan kişidir. Gelgelelim, psikanalistin bu seslere ancak tepeden bakabilen bir kişiye dönüşmesi riski vardır. Psikanalistler insanların nasıl yaşamaları gerektiği konusunda uzmanlara dönüştükleri sürece, yani bir çeşit guru, resmi ya da gayri resmi herhangi bir tür uzman oldukları sürece, boyun eğmiş olurlar. Psikanalist, yetkinliğini ancak kendi otoritesine karşı koyduğu sürece devam ettirebilen profesyoneldir. Freud'un tanımladığı biçimiyle bilinçdışı, guruların ölüm ilanından başka bir şey değildir.
Psikanalistler insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyemeseler de, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak zorundadırlar, bunu çoğu zaman beklenmedik yollara başvurarak yapsalar bile. (Gelişmeyi tespit edecek konumda olan yalnızca hastadır.) Başka bir deyişle psikanaliz, o kendisinden en beklenmeyecek şeye, ilgi çekici bir hedonizme dönüşmek durumundadır. Ancak psikanaliz, fazlasıyla ihtiyaç duyduğu ve hem psikanalize parası yetenlerin hem de yetmeyenlerin psikanaliz kurumunun devam etmeye değer olup olmadığına karar vermesine olanak tanıyacak toplumsal sorgulama ve zeki saldırılarla daha yeni yeni karşılaşmaktadır. Hiç kimsenin psikanalize ihtiyacı yoktur ama kimilerimiz psikanaliz isteyebilir. Kuram ve uygulaması ile psikanaliz, önemliymiş gibi görünmeyi bırakıp, kendini daha ilginç kılmaya yoğunlaşmalıdır. (Önemlilik hiçbir şeyin ilacı olamaz.) Profesyonel literatürü okuyan biri, asıl önemli olanın psikanalizin konusu değil de kendisi olduğunu sanır. Hiç kimse psikanalizin geleceği konusunda kafa yormamalıdır. Asıl, bizim için en önemli şeyleri, en çok neden ve ne için acı çektiğimizi, neden ve nasıl haz aldığımızı ifade edecek dili bulmak için kafa yormalıyız. Kimi zaman, kimileri için bu dil psikanaliz olabilir. Neyse ki böyle düşünmeyenlerin sayısı da hayli kabarıktır; hiçbir dil cehaletimizi tekeline alamaz.
Psikanaliz, bize cehaletimizin anlamını –yüceliğini– çoğu zaman ne dediğimizi bilmediğimizi öğretir. (Bu da şeytani olanı tanımlamanın başka bir yoludur: sözüm bana rağmen, benim bağımdır; hep söylemeye razı olduğumdan daha fazlasını söylerim.) Ne kadar bilimsel araştırma yaparsak yapalım, sözcüklerimizin dik başlılığını yola getiremeyeceğiz, aykırılığın yaygarası hiç dinmeyecek. Psikanalistler de belirsizliğin düşmanlarına karşı koymak için son derece elverişli bir konumda duruyorlar. Ancak psikanalistler birbirleriyle çok fazla vakit geçirmeye başlayınca, psikanalize inanmaya, dini bir kültün üyesiymişçesine bilgiççe konuşmaya başlıyorlar. Gören de bir şeyleri anladıklarını sanır. Kısacası tek yaptıklarının öyküler hakkında öyküler anlatmak olduğunu ve her öykünün, sayısını bilemeyeceğimiz kadar çok olası yorumu bulunduğunu unutuverirler. Harita ayaklarının altındaki toprağa dönüşür ve haritalar daima topraktan daha küçüktür. Psikanalistler kurmacanın büyüsüne ve sözcüklerden çıkartılacak hisselere karşı tetikte olmalıdırlar. Oysa onlar hep, akla yakın yorumlar silsilesinin, "ne, ne zaman söylenmelidir"in uzmanı olmanın cazibesine kapılırlar. Bilinçdışına hitabet dersleri vermek beyhude bir çabadır. Psikanaliz yeni görgü kurallarının ve taze saygınlık biçimlerinin ticaretini yaptığı sürece, radikal mirasına, kişilerin ister istemez kendileriyle deneylere giriştikleri bir konuşma biçimi olma mirasına ihanet eder. Psikanaliz, hem yatıştırıp hem de tedirgin etme kapasitesini ve biri olmadan diğerinin olamayacağı modern kavrayışını kaybettiği anda, ya zorlama bir radikalizme ya da eski itaatkârlıkları öğrenmenin yeni bir biçimine dönüşür. Freud'un hitap ettiği, itaatkârlığın kurnazlığıydı ne de olsa. Psikanaliz kişisel üsluba giden yol olamıyorsa, özel söz dağarcığıyla insanları hipnotize etmekten başka bir şey yapmıyor demektir.
Psikanalist ve hastası denilegelen kişinin ortak bir projesi vardır. Yani psikanalist kendisine "İyi bir analist olabiliyor muyum?" (Yeterince sıra dışı mıyım? Yeterince ortodoks muyum? Doğru sözü söyledim mi?") diye sormak yerine "Ben ne tür bir insan olmak istiyorum?" diye sormalıdır. İlk soruya cevap verecek yığınla insan bulunabilir. İkinci sorunun ise, dehşetleri olabilir ama uzmanları yoktur.

KAYNAK: Adam Phillips - Dehşetler ve Uzmanlar (Metis yayınları - 1998)

Hiç yorum yok: