24 Nisan 2008 Perşembe

İnsan Hayvandır




















KONU: bir gün heteroseksüel erkek deneklere üç kadının yer aldığı pornografik bir film izletilmiş. Başka bir gün aynı deneklere iki erkekle bir kadının yer aldığı bir film izletilmiş. Spermin, erkekleri eylem üzerinde izledikleri zaman aktif bir hale geldiği gözlenmiş. Çalışmanın lideri olan akademisyen 'İki erkek ve bir kadını izleyen deneklerde mastürbasyon ejakülasyonunda sperm hareketliliğinin arttığını gördük.' demiş. akademisyene göre bunun sperm yarışıyla ilgisi varmış. söylenceye göre rkek türünün geçmişinde kadınların payına, belirli bir zaman diliminde birden fazla erkek düştüğü için en hızlı yüzen spermin yumurtayı dölleme şansına sahip olması doğal bir sonuçmuş. Bilim adamları zaman içinde spermlerin bu türlü bir yarışta başarılı olmak için hızlarını artırdığını düşünüyormuş. Böylece başka erkeklerin ilişki kurarkenki görüntülerini izleyen denekler, karşılarında bir yarış olduğunu düşünüp spermlerine hız vermiş olabilirlermiş. durmuş, düşünmüş ve şöyle demişler: Doğadaki diğer hayvanların spermlerinin de rakiplerinin karşısında harekete geçiyor olduğu düşünülürse, insanın bu konuda hayvan gibi davrandığı daha akla yatkın görünüyor...


Soru: Kocamı seviyorum ama seksten nefret ediyorum ve
bu çatışma yaratıyor. Seks hayvansı değil midir?

Osho: Öyledir. Ama insan bir hayvandır; herhangi bir başka hayvan kadar hayvandır. Ancak ben insan hayvandır dediğimde insanın hayvanlıkta son bulduğunu söylemek istemiyorum; o hayvandan daha fazlası olabilir, o hayvandan daha azı da olabilir. İnsanın onuru; özgürlüğü ve tehlikesi, kederi ve mutluluğu budur. Bir insan, hayvanlardan çok daha aşağı seviyede olabilir ve bir insan tanrılardan çok daha yüksek olabilir.

Homo Homini Lupus*


ressam: gustav klimt, resim: der kuss


(her sabah yaptığım gibi 'radikal gazetesi'ni gözden geçirirken
dikkatimi çeken haberleri arada bir buraya aktarmak fena olmaz
diye düşündüm. her haber bir 'kıssa' haberin yorumuysa bir 'hisse'
mantığıyla, haberin sonuna, yüzeysel çıkarımımı eklemeden edemedim.
''sohbetten 10 ay ceza aldı'' başlıklı ilk haber aşağıda. hayırlı olsun:)

''Bir sohbet sırasında 'Dağdaki pkk'lılar şehittir' dediği öne sürülen çiftçi İbrahim Tilaver, on ay hapis cezasına çarptırıldı. İbrahim Tilaver, şubat ayında eşini hastaneye yatırdı. Tilaver, iddiaya göre serviste yatan diğer hasta yakınlarıyla sohbet ederken, pkk'dan övgü ile söz etti. 'Dağdaki pkk'lılar şehittir' dediği öne sürülen İbrahim Tilaver hakkında kimlikleri gizli tutulan iki kişi şikayetçi oldu. Tutuklanan Tilaver hakkında 'Terör örgütü propagandası yapmak' suçundan iki yıla kadar hapis cezası istemiyle Erzurum 2.Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Suçlamaları kabul etmeyen Tilaver, 'Komplo kurdular. Şu an iki oğlum asker' dedi. Mahkeme heyeti, İbrahim Tilaver'i, 10 ay hapis cezasına çarptırdı. Tilaver'i tahliye eden mahkeme, cezayı da 5 yıl süreyle erteledi.''
(kaynak: 24 nisan 2008 tarihli radikal gazetesi)

Kıssadan Hisse: 'ya olduğun gibi görünme ya da göründüğün gibi olma'!

*başlıktaki deyiş: latince, 'insan insanın kurdudur'.

23 Nisan 2008 Çarşamba

Vicdani Red

TÜRKÇE'nin OKUNDUĞU GİBİ YAZILAN BİR DİL OLDUĞU KANAATİNDEYİM VE 'RET' SÖZCÜĞÜ 'VİCDANİ' SÖZCÜĞÜNÜN ARDINDAN 'RED' OLARAK TELAFFUZ EDİLMELİ DİYE DÜŞÜNMEKTEYİM ZİRA TÜRKÇE'DE MÜNFERİT BAĞLAMDA 'RED' DİYE YAZILAN BİR SÖZCÜĞÜN OLMADIĞINI BEN DE BİLMEKTEYİM. TIRAŞ SONRASI LİMON KOLONYASI:


TEZ:
"war is an ugly thing, but not the ugliest of things. the decayed and degraded state of moral and patriotic feeling which thinks that nothing is worth war is much worse. the person who has nothing for which he is willing to fight, nothing which is more important than his own personal safety, is a miserable creature and has no chance of being free unless made and kept so by the exertions of better men than himself."
(yazan: john stuart mill)


ANTİTEZ:
vicdani red, bireylerin vicdani(ahlaki) gerekçelerle, inançları sebebiyle ya da kişisel tercihlerinden dolayı askerlik yapmayı reddetme haklarını teslim ediyor.
bu hak uluslararası kapsamda tanınmış durumda. birleşmiş milletler, vicdani reddi, daha 1970’lerde, her insan için bir hak olarak kabul etti. avrupa konseyi bakanlar komitesi’nin, 1987’de aldığı tavsiye kararında, vicdani nedenlerle silah kullanmak istemeyen herkesin, askerlik hizmetinden bağışık tutulabileceği belirtildi. bakanlar komitesi, ayrıca 2001’de aldığı bir başka tavsiye kararında, askerlik hizmetine çağrılanlara, bu çağrıyla birlikte vicdani ret haklarının da duyurulması ve vicdani ret hakkının profesyonel askerler bakımında da geçerli olması gerektiğini ifade etti. avrupa insan hakları mahkemesi ise vicdani ret hakkını ve diğer haklarla bağlantısını göze alan ihlal kararları vermiş bulunmakta.
uluslararası insan hakları hukuku ve onun kurumları dışında, vicdani red, ciddi bir uluslararası toplumsal bilinç ve girişim hareketi. birinci dünya savaşı sırasında, savaşa çağrılan ama askerlik yapmayı reddettiği için bu çağrıya uymayan, bu sebeple içlerinden üç bin tanesi hapse atılan savaş karşıtlarının, 1921’de kurduğu war resisters international (wri), günümüzde dünyanın hemen her yanından anti-militaristler ve vicdani retçiler için küresel bir örgütlenme şemsiyesi. tek tek ülkelerde ve uluslararası çapta kurulmuş pek çok başka savaş karşıtı sivil örgütlenme de söz konusu. bununla birlikte, her yılın 15 mayıs günü, vicdani retçilerin ve savaş karşıtlarının günü olarak belirlenmiş durumda.
bir hak olarak vicdani ret, yalnızca uluslararası kapsamda tanınmış değil. birçok ulus-devlet bu hakkın kullanılmasını vatandaşları için mümkün kıldı. amerika, kanada ve ingiltere gibi tamamen paralı askerlik sistemini uygulamaya geçmiş ülkeleri dışarıda bırakırsak, hemen hemen tüm batılı devletler, vicdan ret hakkını zorunlu askerlik yapmanın bir istisnası olarak kabul ediyorlar. alman anayasası’nın 4. maddesi “hiç kimse, vicdanı ile bağdaştıramayacağı silahlı bir savaş hizmeti olan askerliğe zorlanamaz” biçiminde bireysel bir hak olarak vicdani reddi tanımlıyor ve kabul ediyor. fakat vicdani red hakkını tanımasının yanı sıra, bu haktan yararlanan kişiler için sivil hizmette bulunma zorunluluğunu getiriyor. günümüzde tüm avrupa ülkelerinde uygulama bu şekilde yapılıyor. yani vicdani gerekçelerle askerlik yapmayı reddedenlerin, bu tutumu kabul ediliyor fakat bu kişilerin askerlikten muaf olmalarına karşılık, askerlikten biraz daha uzun sürelerle, düşük ücretler karşılığında sosyal hizmetlerde görev yapmaları zorunlu kılınıyor. avrupa konseyi üyeleri içinde, yalnızca türkiye ve azerbaycan, vicdani ret hakkını vatandaşlarına tanımamakta diretiyor.
türkiye’de devlet ve silahlı kuvvetler, vicdani ret hakkının tanınmamasında, haklı gerekçelerin varlığına inanıyorlar ya da muhtemelen bizi inandırmak istiyorlar. genelkurmay, insan hakları ile ilgili özel olarak bastırdığı kitapçıkta şu gerekçeye yer vermiş: “yasalarımızda 'vicdani ret' gibi gerekçelerle askerlik hizmetinden muafiyet öngörülmemiştir. bu bir bakıma ülkemizin stratejik konumunun ve içinde yaşanmakta olan koşulların yarattığı zorunlu güvenlik ihtiyacından kaynaklanmaktadır. türkiye`ye yönelik bu iç ve dış tehditleri doğuran söz konusu faktörler değişmediği müddetçe 'vicdani ret' kavramının düzenlemelerimize girmesi mümkün görülmemektedir.” askeri yargıtay 3’üncü ceza dairesi ise vicdani reddin kabul edilmezliği ile ilgili “silahlı çatışmaların devam ettiği bir coğrafyanın ortasında bulunan türkiye’nin ülke savunması için gerekli tedbirleri alması zorunludur. bunun için her erkeğin zorunlu askerlik yapacağı benimsenmiştir.” biçiminde hüküm veriyor. peki, bu tehditler hangi tehditler ve nereden geliyorlar? olmayan tehditleri varmış gibi gösteren tüm bu kurgular, düşünen ve sorgulayan yurttaşı kandırmaya çalışmaktan; sorgulamadan kabul eden yurttaşı da aptal yerine koymaktan öteye geçemez nitelikte.
halkların terbiyecisi korkudur. yöneticiler ya da iktidar sahipleri, halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmek ve onları her istediklerine inandırabilmek için tehditler kurgulayıp korkular yaratırlar. bu yöntem, türkiye’de de etkin bir biçimde uygulanmakta. tehdit algılarıyla, paranoyalarla, korkularla ve düşmanlıklarla yaşatılan ulus bilinci; türk silahlı kuvvetlerini bu ülkede ölçüsüz bir biçimde her şeyin bekçisi ve koruyucusu olarak görmekte; ülke içindeki farklı kimlikleri ve tercihleri sindirmeye girişmekte; dağlarda üç beş terörist ya da direnişçinin öldürülmesiyle, adeta Sade’ın şiddetli haz törenlerinde karakterlerinin attığı zevk çığlıklarını çağrıştıran bir tatmine ulaşmakta; ...otosansür... ‘bizim polisimiz dahi yunanistan’a girse iki saatte atina’yı alır’ deyip, atina’yı ondan sonra ne yapacağını hiç düşünememekte. bu, kısır döngüye yol açan bir hastalık. askerlik yapmayı zorunlu ve kutsal gören ulusal bilinç ve resmi söylem, bir yanlış dünya algısı ya da algısızlığı.
türkiye’de militarist ulusçu tutuma karşı çıkan, tsk’nın rolünü sorgulayan ve vicdani ret hakkını kullanarak, başka insanları öldürmede uzmanlaşma mesleğinden uzak durmak isteyen bir kitle de var. ama bu kitlenin varolması, sindirilmesiyle at başı gidiyor. başını yerleşik kabullere kaldıran barışçılar için hazırda her zaman kaldırılan başa inecek bir balyoz ya da balyozlar tutuluyor. askerlik yapmayı reddedenler, vatan haini olarak görülüyor, askeri hapishanelerde tutuluyor, bu hapishanelerde tutulmaları yetmiyor ve işkenceye uğruyorlar.
perihan mağden, yeni aktüel dergisinde, bu tür hak ihlalleri konusunda bilgilendirici, tsk’nın zorunlu askerlikte diretmesini eleştiren bir yazı kaleme aldı. mağden, yazısında vicdani retçiler osman murat ülke, mehmet bal ve halil savda’nın askeri hapishanelerde türlü manevi ve maddi işkencelere maruz bırakıldıklarını ifade ediyor. örneğin mehmet bal’ın üzerindeki askeri üniformayı çıkarmasını önlemek amacıyla ellerine ve ayaklarına kelepçeler takılmış. ellerin fizyonomisi düşünülerek yapılmış kelepçeler de ayak bileklerini kesmiş. adana askeri cezaevi komutanı albay durdu solak da o derece insancıl ve düşünceliymiş ki kelepçeler ayak bileklerini kesmesin diye özel zincirler yaptırtmış; böylelikle de mehmet bal’ın prangalı bir halde tutulması sağlanmış.
görüldüğü gibi askerlik yapmak istemeyenlere askerlikten muaf olma hakkı,yani vicdani ret hakkı verilmiyor; üstüne bir de bu insanlar askeri cezaevlerine kapatılıp, oralarda tutuluyorlar; bu yeterli bulunmuyor ve bu insanlara işkence yapılıyor, vatan hainliği ettikleri gerekçesiyle. fakat bu çorbanın tuzu ve biberi eksik kalıyor. perihan mağden’in söz konusu insan hakkı ihlali zincirini eleştiren bir yazı yazmasının ve yazısında vicdani ret hakkını savunmasının hemen ardından, hakkında 'halkı askerlikten soğutmak' gerekçesiyle dava açılıyor ve neyse ki beraat ediyor.
(yazan: paul killed by jeanne, 17.04.2008 00:19 ~ 00:24 - ekşisözlük)


SENTEZ:

'KORKUYORUM ANNE...''
(yazan: vakumist)

Ben Sordum, Onlar Cevapladı

1.SORU: vakumist neden blogluyor?
CEVAP: ''Büyük sanayi çağında yaygın bir duyarlılık biçimi olan şoklar yaşantımızın temel bir parçası haline gelebiliyorsa, bu durumda kendi benliklerimizin dışında olma, tam da olduğumuz gibi olmaya devam ederken olduğumuzu düşündüğümüzden farklı bir şey olma ihtiyacının toplumsal olarak kabul gören bir davranış haline gelmesi bizi şaşırtmamalı. Ama ego'nun kendi kimlik dönüşümünün aynı anda hem istemsiz aktörü hem de izleyicisi olduğu düşsü tecrübelerden farklı olarak, ağda sörf yapan özneler ego'nun düzenli bir şekilde bölünmesini bile bile kabul eder. Bu durum sörfçülerin iletişim kurmanın dizisel yollarından niçin kaçındıklarını ve çerçevelerin kararsızlığına niçin güvendiklerini açıklar.''(1)

2.SORU: yazmayı anlamlı buluyor mu peki?
CEVAP:''Her geçen gün daha çok haber ve bilgiye karşın giderek daha az anlamın üretildiği bir evrende yaşıyoruz. Bu bakış açısından yola çıkarak üç varsayımdan söz edebiliriz:
- Birinci varsayıma göre haber anlam üretmekte ancak tüm alanlarda karşılaşılan genel anlam kaybını engelleyememektedir. İkinci varsayıma göre haberin anlamla hiçbir ilişkisi yoktur. Üçüncü varsayıma göreyse haber enflasyonuyla anlam deflasyonu arasında; anlam yitiminin doğrudan iletişim araçlarıyla kitle iletişim araçlarının haberi eriten, ikna edici bir biçime sokan müdahaleleri sebebiyle ilişki vardır.
kitle iletişim araçları ya kendilerinden kitleleri güdümleyebilme amacıyla yararlanan iktidarın yanında ya da anlamı yok eden, anlama şiddetle saldıran ve büyülenmek isteyen kitlelerin yanında? Kitleleri büyüleyen şey iletişim araçları mıdır yoksa kitleler mi iletişim araçlarını bir gösteri aracı olmaya zorlamaktadır?
İletişim araçları anlamla yanılgıyı birlikte sırtlayıp götürmekte ve bunları diledikleri şekilde kullanmaktadırlar. Bu sürecin denetlenebilmesi mümkün değildir çünkü sisteme özgü içsel simülasyonla, sistemi yok edici simülasyonu kesinlikle Möbiyüs şeridi türü ve kısır döngüleşmiş bir mantıkla yansıtmakta ya da iletmektedirler ve böyle olmasında hiçbir sakınca yoktur. Bunun bir alternatifi ya da mantıksal bir çözümü yoktur. Tek alternatif mantıksal açıdan bu olayı gidebileceği en uç noktaya kadar götürmek ve felaket(ölüm) türünden bir çözüm önermektir.
günümüzde sistem kendini herkese maksimum söz hakkı tanıyarak, maksimum düzeyde anlam üretiminden yana bir tavır koyarak kanıtlamaya çalışmaktadır. Öyleyse direniş stratejisinin adı anlam üretimini ve konuşmayı reddetmek olabilir. Güdülecek stratejide yanılmak çok ciddi bir şeydir. Yalnızca özgürlük ve özgürleştirici eylemler üzerine oynayan bir tarih öznesinin, grubunun ve bilinçlenen sözün geciken dirilmesini, hatta öznelerle, kitlelerin 'bilinçaltlarının bilincine varmaları'nı isteyen tüm hareketler gerçekte sistemin göstermiş olduğu yönde ilerlediklerinin farkında bile değildirler. Çünkü sistem günümüzde kesinlikle aşırı miktarda yenilenmiş anlam ve söz üretilmesini istemektedir.''(2)

3.SORU: madem anlamsız buluyor o zaman niye yazıyor?
CEVAP: ''Çağımızda birçok sistem insanın olayları gerçek yüzüyle görmesini, anlamasını, yorumlamasını ve sorunları çözmesini engelleyen paradigmalar oluşturuyorlar. İdeolojiler, dinler, ekonomik sistemler, güçlü devletler, tek boyutlu öğretiler vs basın-yayın ve eğitim kurumları vasıtasıyla insanları istedikleri gibi şekillendirip özgür düşünmelerini engellemek istiyorlar. Oysa felsefe her devirde düşünmeyi, tartışmayı, eleştirmeyi, anlamlı bir biçimde evet ya da hayır demeyi, özgür ve özerk seçim yapıp karar vermeyi öğretecek fikir sistemleri olarak ortaya çıkmıştır. Düşünmeyi öğrenememiş, felsefe geleneği olmayan toplumlarda kolay tanımlar ve hazır formüller, büyük kitlelerce hemen benimseniyor. İnsanlar hızlı karar vermeye veya verilmiş kararlardan birini tercih etmeye zorlanıyor. İnsanın üretkenlik ve yaratıcılığı yavaş yavaş yok oluyor. Çağdaş toplumlar hızla aydın yoksulluğu çeken toplumlar haline geliyorlar... bugün her birimiz, kendi yaşantımız açısından geriye dönüp baktığımızda, okul öğrenmelerimizin çok büyük bir kısmının anımsanmadığını görebiliriz. Öğrenilenler kuşkusuz yok olmamıştır. İhtimal ki, uzun süreli belleğimizin bir yerlerinde, başıboş olarak dolanmaktadır. İşte, eğitim sisteminin yapması gereken şey, öğrenme yaşantılarını uzun süreli belleğimize, günlük yaşama aktarılabilir bir formda kazandırmak olmalıdır. Bunun için yapılması gereken ise; çocuğa göre hareket edebilmektir. Yetişkinlerin, çocukları kendi dünyalarına uyumlaştırma döngüsü olan okul; yetişkin kurgusundan kurtulmadıkça, çocuklar eğitim sistemi içinde mutsuz olmaya devam edecektirler.''(3)

CEVAP VERENLER:
(1) Dante Tanzi - Cogito, Sayı:30
(2) Jean Baudrillard - Simülakrlar ve Simülasyon
(3) Mehmet Yapıcı - Felsefe Ekibi, sayı:9

22 Nisan 2008 Salı

Gezegen Günü


1. GECE

a) alkol:
bulunduğun ortam, yaşadığın şehir, vatandaşı olduğun ülke, sular ve karalarla kaplı gezegen, milyarlarca yıldızın olduğu galaksi ve yine milyarlarca galaksinin olduğu evren... hatta paralel evrenler. bunların temelde hiçbir önemi yok. önem atfedersen insanlığın bir parçası olursun ve o insanlığın hammaddesi egodur. birbiriyle uyumlu olmayan parçaları birleştirirsen yapboz dağılmaya mahkumdur. sen de bu yapbozun parçasıydın ve egosal bir geçmişin var. loş bir odada tek başına içerken, etrafında hiçbir uyaran yoksa sahneye geçmiş ve gelecek çıkar. geçmişini o an acı olarak algılarsın ve gelecek belirsizliği sende korku yaratır. hele sarhoşsan şimdiyi ıskalarsın ve acı denizinde boğulmamak için sızana dek içersin. acı denizi, tatlı su gibidir; içindeki tuzu çıkarmışsındır okyanusun, açılmışsındır ve dalgalar boyunu aşar... çırpınsan da batarsın. oysa tuz dengeler. acı, egodan kurtulmak için katalizörün olabilir fakat bunun için bilinçli olman gerekir. bilincin temel düşmanıysa alkoldür. alkol sadece egodan geçici olarak sıyrılman için cinsellik esnasında işe yarar, iştahını arttırır. dozajını ayarlamalı, tatlı suya katılan tuz gibi düşünmelisin. fazlası, tadını kaçırır.
b) uyku:
yatağa girince hiçbir şey düşünme. sadece nefes alıp verişine odaklan. salt nefes alıp veren bir varlık olduğunda usulca uykuya dalarsın. daha az zamanda, daha fazla dinlenmiş bir biçimde kalkarsın. rüyalarını hatırlamazsın ki düşler ya da kabuslar gündelik hayatta kurduğumuz hayaller veya felaket senaryolarına benzerler. uyanıkken işe yaramaz, uyurken beyninin dinlenmesini sağlarlar yalnızca. tabii yatağa girene dek bedenine özen göstermelisin. zihninin sesini dinlemeyip bedeninin ihtiyaçlarını gidermelisin. zihin alkol istese de organların istemez. zihin, iştahlıysan, ihtiyacından fazlasını midene ağrılar girmesine sebep vericek denli çok ya da zayıf kalmak uğruna ihtiyacından az yemeni emretse de o senin mevcudiyetinin yanında bir hiçtir. zihnini değil mideni dinleyecek kadar iyi duyuyorsan, iyi uyuyabilirsin.

2. SABAH

a) uyanış:
uyumadığında uyanıksındır biyolojik olarak. peki ya bilinç durumun? ego insanı soyut bir bitkisel hayata hapseder. güneş nereden geliyorsa oraya dönersin yüzünü. yağmur yağmazsa solarsın zamanla. bahar gelmeden açamazsın çiçek... her şeyin dış faktörlere bağlanır böylece. nesneleşirsin. aynen evlerimizde saksılara hapsettiğimiz çiçekler gibi ya da evlerimize hapsettiğimiz hayvanlar... akvaryumdaki balık veya kafesteki kuş. etrafın nesnelerle kaplı olunca sen de farketmeden nesneleşirsin. hayatın nesne ilişkileri yumağına döner. ego, insanları evin her odasını farklı renklere boyayan usta gibi usulca boyar lakin kazıyınca boyayı, duvar aynı duvar. aslında temelde bu kadar benziyorken, aynı usta tarafından boyanmışken ve en önemlisi aynı evin duvarlarıyken -ki mimar aynı mimar- renklerimizle özdeşleşiriz ve ortaya gökkuşağı değil farklı kuşaklar çıkar. aynı odanın duvarları bile, ortada renk farkı olmasa da sağ ve soldaki duvar olmayı kimliği haline getirir. birilerinin tavan ya da zemin olduğunu da unutarak üstelik. aynı kuşaktakiler de farklılaşır böylece. deprem olduğunda herkes unufak olur, içiçe geçer ama geç kalınmıştır bir kere. peki ne yapmalı? iyi bir uyku uyumalı ve uyanmalı. böylece bitkisel hayattan kurtulursun. hastaneden ya da evden çıkar, işe başlamış olursun.
b) iş:
yaşamaya devam etmek istiyorsan ve doğada yaşamıyorsan çalışmak zorundasın. doğadaysan ya toprak, ya deniz ya da hayvanlara mahkumsun. sadece meditasyon yapıyorsan o zaman su ve etraftan topladığın bitki ve meyveler yetebilir. ancak kişisel ve kültürel geçmişin var ve bu geçmiş ölene dek içinde. geçmişinle uyumu, kaynağa bağlanıp tefekküre dalarak yakalayamazsın. anne karnından çıktığında ağladın ve daha fazla ağlamak istemiyor olabilirsin ama bunun yolu geriye dönmek değil, ileriye yönelmek de değil anda olmaktır. evet, ağlayarak doğuyor, ağlayarak büyüyor ve bebekliğimizdeki kadar sık olmasa da ağlayarak yaşıyoruz. törpülendik ve hatırlamadığımız yıllarımızdaki gibi uçlarda yaşamıyoruz. bebekler çok sık güler ve ağlarlar. zaman geçti, ihtiyaçlarımız için anneye ihtiyacımız yok ama hala aynı çarkın içindeyiz ve buna insani diyoruz. oysa artık memeye veya kucağa gereksinimimiz yok. her ne kadar erkekler memeye, kadınlar da kucağa zaman zaman gereksinim duysalar da bu durum kendi bebeğimizin anne veya babası olma güdümüzün dışavurumundan ibaret. bir kadına veya erkeğe kendi temel ihtiyacımız için değil, doğmamış çocuğumuz için muhtacız ki ebeveyn olmak veya aile kurmak gelecek planların arasında olmasa da bunun temsillerini yaşamaya muhtaçsın. bir maşuk veya sevgili aracılığıyla... aşk, varlığa açılan kapı değil, doğmamış bebeğin viyaklamasıdır ve derinden gelir. sevgi, cinselliği yaşamak için zihnin ikna olma aşamasıdır ve o yüzden nefrete dönüşebilir. peki bu çarktan nasıl kurtulmalı? mizah geçici olarak kurtarır ancak ağlayacağın an muhakkak gelir, sarkaç o uçtan bu uca sallanır, kahkahalar gözyaşlarına karışır. sarkaca ilk hareketi veren kendimizizdir oysa. anne karnı dar gelir, plasenta işlevini yitirir. doğum sancısını önce anne çeker fakat doğumdan sonra bu kez bebek için sancılı süreç başlar. istediği sadece daha geniş bir alanken bedeninin sığabileceği, koca bir dünyada bulur kendini ve sarkaç acıya doğru sallanır. birçoğumuz hala doğum sancısı çekiyoruz. bazılarının ebeveyn olana kadar bazılarınınsa ölene kadar hayatının arka planı bu sancıdır. kurtuluş çoğu zaman ebeveyn olmakla mümkün olmaz çünkü kendi acınızı dindirmek için yeni acılar getirmişizdir dünyaya: acı çeken bir can. bebekle egosal bir ilişki kurduğunuzda çektiğiniz acı da aldığınız haz da ebeveyn olmadan önceki hayatınızdan ötede bir yerdedir. yani kurtuluşu soyun devamlılığında aramak oldukça risklidir. zaten bilinçli bir ilişki kurabilecek noktadaysanız çocuğa da ihtiyaç duymazsınız. ebeveynlik paradoksal bir roldür. bu durumda geriye kalan tek seçeneğin intihar olduğu yanılgısına düşülebilir ancak okuyor olmak halen arıyor olmanın göstergesi. aranan, bir ömür boyunca zihnimizi ve bedenimizi yıpratan sancının panzehiri ve bu noktada ölüme dek aramak, bulunacak bir şey olmasa da aramak da bir yol. ancak arayış, sarkacın sallanışını durduramaz. sadece vakit geçirmenizi sağlar. peki ya zamanı ortadan kaldırabilirsek? sarkaç yalnızca andayken, şimdideyken durulur... sen de durulur, dinginleşirsin. sonra yine sallanmaya başlarsın ama mekanik olarak bir sağa bir sola değil, bebeğin beşiğinin sallanması gibi değil çünkü pışpışlanmaya ihtiyacın yok, artık beşiğini sallayacak bir anneye ihtiyacın yok... bu durum parkta salıncağa binmiş bir ufaklığın kendi ivmesini kazanabilecek güçte olmadığı için arkadan birinin itişine ihtiyacı olmasına benzer. artık kendi kendine harekete geçebilir, salıncağın elverdiği ölçüde hızlanabilir ve hazırsan kendini boşluğa bırakabilirsin.

3. ÖĞLEN

a) mola:
insanların çoğu irili ufaklı topluluklar halinde yaşıyor. herkesin temel ihtiyaçları var ve herkes yapabildiğini yapıp dolaylı veya doğrudan birbirine satıyor. bu noktada devreye para giriyor. değiş-tokuş yapmanın mümkün olduğu bir mezrada veya doğada yaşamıyorsan -ki oralardaysan, bu yazıyı okuyor olman sadece bedenen orda olduğunu gösterir- para kazanmak zorundasın. ihtiyaçlarını ne kadar azaltsan da bu zaruret hali şehrin hatta köy yaşamının gerçeği. o zaman kendi kişisel ve kültürel geçmişine uygun bir iş seç. uygun iş, uzun süre zevk alabileceğin bir iştir. zevk alamayacağın hatta sana coşku vermeyen bir işte uzun yıllar çalışma. kısa süreli olarak böyle bir duruma katlanılabilir ancak sürekli uygun iş arayışı devam etmeli ve bu süreç kronik hale gelmeden, arayış sonuçsuz dahi kalsa sonlandırılmalıdır. kısacası işini araç olarak görme. işin değeri kendinde olmalı aksi takdirde egondan sıyrılamazsın. sarkaç otomatik olarak sallanmaya başlar. iş, iş çıkışı için veya emeklilik için araç olmamalı. hiçbir şekilde uygun iş bulamıyorsan yaşadığın yerle senin aranda uyumsuzluk var demektir. o zamandan arkana bakmadan git. ya paranın olmadığı ya da para kazanabileceğin bir yere.
b) paydos:
yaptığın veya yapacağın iş ya insanlarla ya da doğayla ilgilidir. şehirliysen doğaya dair bir iş yapmak derin bir keyif veremez sana. insanlardan uzak olmanın, güvende hissetmenin hazzıdır hissettiğin. gerçek zevk, yaptığın şeyin sana verdiği zevktir, yapmadıklarının değil. innsalarla ilgili bir işte çalışıyorsan verdiğin emek ya iletişim ya da etkileşim odaklıdır. genelde her iki eylem de devreye girer veya içiçedir. iletişimden kastım senden çıkan herhangi bir iletinin birilerine fayda sağlaması ve sana maaş olarak dönmesidir. refah, kendinden çıkan değere odaklanmakta yatar. farkındaysan, dikkatin, kendine veya başka insanlara kaymaz. böylece işine yoğunlaşırsın ortaya kötü bir şey çıkmaz hatta yaratıcı olman mümkün hale gelir. bir diğer iş alanı etkileşim odaklı çalışmalardır. öz olarak birebir veya çoklu insan ilişkileri. herhangi bir teknolojik cihaz yardımıyla veya yüzyüze olması temelde aynıdır. bu noktada para kazanmak için genellikle etkileyen konumundasınızdır ki genelde konuşarak, ender olarak dinleyerek veya farklı eylemler yoluyla. düstur, nesneleştirmemektir. unutma, zamanla sen de nesneleşmeye mahkum olursun. o yüzden öznelerarası ilişki kur. bunun yolu kendin olmaktan geçer. özne olmanın temeli bedenin ve beyninle uyumlu olmaktır. olamıyorsan, olabileceğini sezdiğin bir yere git.

4. AKŞAM
uyanık değil, uyurgezer vaziyette işini bitirsen de sorun değil. uyanmak için insanlar beraber ol. kendini yalnızlığa hapsetme. bilinçliysen, binlerce insanın olduğu bir miting alanında bile yalnızlığının tadını çıkarabilirsin. ama uyur-uyanık bir haldeysen fiziksel olarak yalnızken bile hep başka yerlerdesindir. iş arkadaşların veya meslektaşların dışında kimsen yoksa veya olmadığını düşünüyorsan bile sosyalleşmenin bir yolu vardır. ancak bunu eine dönüp bilgisayarının başına geçip yapma. ölüm döşeğinde hiçkimse 'keşke daha fazla popomun üstünde otursaydım da internete girseydim veya televizyon izleseydim demez. kendi geçmişini ve hayatına girmiş insanları düşünür ölmekte olan beyin. unutma: tv de bilgisayar da telefon da birer nesnedir. nesnelerle ne kadar bilinçli olursan ol, uzun süreli ilişkiler zamanla seni onlara benzetir. nesneleri kullanırken genelde sadece beyninsindir, duyuüstü alemdesindir. peki ya beden ve asıl önemlisi duyu? bir bütün olarak yaşarsan insanlık tarihindeki trajedileri kendi hayatında tekrarlamazsın. içinde yaşadığın toplum benzer trajedileri yaşamaya devam ediyor ve sonsuza dek edicekmiş gibi görünüyor. düşüncelerin de, duyuların da, bedenin de, sezgilerin de senin parçaların. birini veya birkaçını seçersen bir şeyler eksik kalır. doğru cevap, bazen tüm şıkları işaretlemek bazen de soruya soruyla cevap vermek olabilir. aşağıdaki şıklardan birini işaretlemeniz söyleniyor diye bu buyruğa boyun eğerseniz, başkalarının hayatını yaşamaya mahkum olursunuz. o başkaları da kendi hayatlarını yaşayamadıklarından sizi esir alırlar. asıl trajedi ölüm değil, yaşanamayan hayatlardır.

not: 22 nisan 'earth day' olarak kutlanmakta.

20 Nisan 2008 Pazar

Başlangıç: 20 Nisan



yüzünü yıka. doluysa içini boşalt. doymak için değil kahvenin altı olsun diye atıştır. sigaranı yak, kahveni iç. işin varsa çık. yoksa biriyle buluşmak için çık. o da yoksa listeye bakıp dışarıda yapılacak şeyleri sırala ve çık. herhangi bir ileti almaya kapalıysan en azından yürüyüş yapmaya çık, hava al... hiçbirinden zevk alamayacak haldeysen yaşama coşkusunu nasıl kazanabilirsin? yeniden uyuma şansın da yok üstelik. içsen? çok erken. o zaman geriye tek bir seçenek kalıyor: yazmak. yaz, yaz, yaz... kendine gelene kadar yaz. gelemiyorsan yaz gelene kadar...

bugün 20 nisan, hüzün doluyor insan... hitler'in doğumgünü bugün. 20 nisan ve huşu doluyor insan... hz.muhammed'in doğumgünü bugün. 20 nisan ve hukuk doluyor insan... dünya ot günü bugün. 20 nisan: hukuğa saygılı, huşu dolu bir hüzünbaz yazmaya başlıyor... yaşamaya başlayamadığından. başlangıçlar olmadan sonun da gelmeyeceğini ucundan da olsa kavradığından.




free online visitor stat counter