25 Haziran 2008 Çarşamba

Pasajlar-1


Yirmibeş yıl boyunca, Batılı toplumlar, hem geçmişin normlarına göre kendi kendilerini yeniden üretmekten hem de çalışma süresi tasarruflarının mümkün hale getirdiği daha önce benzeri görülmemiş tercih özgürlüklerinden yararlanmaktan aciz bir biçimde, geleceğe doğru geri geri ilerlediler. Bu yıllar boyunca, Fordizmden çıkan toplumlar kendi kendilerini yok ettiler; başka bir toplum biçimi eskisinin yerini alamadı. Egemen bir azınlığın mevcut zenginlik artışının neredeyse tamamını ele geçirdiği toplum-olmayan bir şeyin yararına kendilerini yok ettiler. Politik proje ve imlerin yokluğu tüm bağların çözülmesine, herkesin birbirinden, yaşamdan ve kendinden nefret etmesine neden oluyordu.

Arzuları serbest bırakmayı ve tahayyüllerin önündeki engelleri ortadan kaldırmayı savunma tarzımın en iyi tarz olup olmadığını bilmiyorum; tasarlamış olduğum yönelimler doğrultusunda giden politikaların bir gün izlenip izlenmeyeceğini de bilmiyorum. Bunları bir "ütopya" olarak doğrudan doğruya reddedenlere şunu söyleyebilirim: Ernst Bloch ya da Paul Ricoeur'ün ütopya terimine atfettiği anlamda ütopya, bize, varolan şeylerin durumuna bağlı olarak yapabileceğimiz ya da yapmak zorunda olacağımız şeyin ışığında yaptığımız şeyi yargılama olanağı veren bir mesafe kazandırır. Buna karşın, önümüzde geçmişteki hatalarımızı tamir etmek için yirmi yıl olmadığını biliyorum. Çünkü, hemen yanı başımızda ortaya çıkmakta olan şey, terimin etimolojik anlamında bir ütopyadır: Ölmüş bir dünyanın yıkıntılarının üstüne eklenen bir tür gerçek gerçeksizlik, herkesin hem her yerde hem de dolayısıyla hiçbir yerde olduğu, her yerin diğer yerlerin yerini tutabilen "herhangi bir yer" olduğu ve herkese neresi olursa olsun asla kendisine ait olmayan bir yerin düştüğü, zamansız, yersiz, yoğunluksuz ve direnişsiz, "sanal" olduğu söylenen ikinci bir dünyayı gizlice hazırlıyor.
Olmayan-yer (u-topie): Gayrimaddileşmiş, merkezsiz, bedenin ritimlerine yabancılaşmış bir dünya, duyuların sonu asla gelmeyen bir çalışmayla kendilerine muhalefet eden ve direnen,bir gerçeklik inşa ederek kendilerini inşa etme ihtiyacına yabancılaşmış bir dünya.

Yaygınlaşan enformatizasyon sadece (poesis anlamındaki) çalışmayı, ellerin ve bedenin kavrama yetisini yok etmekle kalmıyor, hissedilir dünyayı da yok ediyor, duyumsal yetileri köreltiyor ve onların yanlışı doğrudan, kötüyü iyiden ayırt etme kapasitesini yadsıyor. Duyuları diskalifiye ediyor ve algılamanın kesinliklerini yok ediyor, ayağınızın altındaki toprağı kaydırıyor. Duyu organlarının yerini giderek daha etkili hale gelen protezler alıyor; bedenin kendisi bile teknik nakillerle işgal ediliyor, sömürgeleştiriliyor ve makineleştiriliyor. Elektronik uyarılar, somut dünyanın uyarılarının yerini alıyor. Bu elektronik uyarılar, bedene, yetersizleşen algısal yetilerden daha yoğun tatminler sağlıyor ve duyarlı gerçekliğin yolduğunu, yarattığı halüsinasyonlarla fazlasıyla telafi ediyor.

Kendini "kozmik tarzda hissetmesini" engelleyen modası geçmiş bir şey olarak, doğal bedenselliği bir kenara atan cyborg'un kendi kendine programlanabilir çılgınlığı, canlının duyarlılığının üstünü kaplıyor. Tekno-bilim kol emeğine dayalı zekâyı ve duyuların çalışmasını diskalifiye ederek, Günther Anders'in ifadesiyle "insanlığın insanlığını" yok ediyor, saygın olmaktan çıkarıyor.


KAYNAK: Andre Gorz - Yaşadığımız Sefalet (Ayrıntı Yayınları - 2001)

Hiç yorum yok: