22 Nisan 2008 Salı

Gezegen Günü


1. GECE

a) alkol:
bulunduğun ortam, yaşadığın şehir, vatandaşı olduğun ülke, sular ve karalarla kaplı gezegen, milyarlarca yıldızın olduğu galaksi ve yine milyarlarca galaksinin olduğu evren... hatta paralel evrenler. bunların temelde hiçbir önemi yok. önem atfedersen insanlığın bir parçası olursun ve o insanlığın hammaddesi egodur. birbiriyle uyumlu olmayan parçaları birleştirirsen yapboz dağılmaya mahkumdur. sen de bu yapbozun parçasıydın ve egosal bir geçmişin var. loş bir odada tek başına içerken, etrafında hiçbir uyaran yoksa sahneye geçmiş ve gelecek çıkar. geçmişini o an acı olarak algılarsın ve gelecek belirsizliği sende korku yaratır. hele sarhoşsan şimdiyi ıskalarsın ve acı denizinde boğulmamak için sızana dek içersin. acı denizi, tatlı su gibidir; içindeki tuzu çıkarmışsındır okyanusun, açılmışsındır ve dalgalar boyunu aşar... çırpınsan da batarsın. oysa tuz dengeler. acı, egodan kurtulmak için katalizörün olabilir fakat bunun için bilinçli olman gerekir. bilincin temel düşmanıysa alkoldür. alkol sadece egodan geçici olarak sıyrılman için cinsellik esnasında işe yarar, iştahını arttırır. dozajını ayarlamalı, tatlı suya katılan tuz gibi düşünmelisin. fazlası, tadını kaçırır.
b) uyku:
yatağa girince hiçbir şey düşünme. sadece nefes alıp verişine odaklan. salt nefes alıp veren bir varlık olduğunda usulca uykuya dalarsın. daha az zamanda, daha fazla dinlenmiş bir biçimde kalkarsın. rüyalarını hatırlamazsın ki düşler ya da kabuslar gündelik hayatta kurduğumuz hayaller veya felaket senaryolarına benzerler. uyanıkken işe yaramaz, uyurken beyninin dinlenmesini sağlarlar yalnızca. tabii yatağa girene dek bedenine özen göstermelisin. zihninin sesini dinlemeyip bedeninin ihtiyaçlarını gidermelisin. zihin alkol istese de organların istemez. zihin, iştahlıysan, ihtiyacından fazlasını midene ağrılar girmesine sebep vericek denli çok ya da zayıf kalmak uğruna ihtiyacından az yemeni emretse de o senin mevcudiyetinin yanında bir hiçtir. zihnini değil mideni dinleyecek kadar iyi duyuyorsan, iyi uyuyabilirsin.

2. SABAH

a) uyanış:
uyumadığında uyanıksındır biyolojik olarak. peki ya bilinç durumun? ego insanı soyut bir bitkisel hayata hapseder. güneş nereden geliyorsa oraya dönersin yüzünü. yağmur yağmazsa solarsın zamanla. bahar gelmeden açamazsın çiçek... her şeyin dış faktörlere bağlanır böylece. nesneleşirsin. aynen evlerimizde saksılara hapsettiğimiz çiçekler gibi ya da evlerimize hapsettiğimiz hayvanlar... akvaryumdaki balık veya kafesteki kuş. etrafın nesnelerle kaplı olunca sen de farketmeden nesneleşirsin. hayatın nesne ilişkileri yumağına döner. ego, insanları evin her odasını farklı renklere boyayan usta gibi usulca boyar lakin kazıyınca boyayı, duvar aynı duvar. aslında temelde bu kadar benziyorken, aynı usta tarafından boyanmışken ve en önemlisi aynı evin duvarlarıyken -ki mimar aynı mimar- renklerimizle özdeşleşiriz ve ortaya gökkuşağı değil farklı kuşaklar çıkar. aynı odanın duvarları bile, ortada renk farkı olmasa da sağ ve soldaki duvar olmayı kimliği haline getirir. birilerinin tavan ya da zemin olduğunu da unutarak üstelik. aynı kuşaktakiler de farklılaşır böylece. deprem olduğunda herkes unufak olur, içiçe geçer ama geç kalınmıştır bir kere. peki ne yapmalı? iyi bir uyku uyumalı ve uyanmalı. böylece bitkisel hayattan kurtulursun. hastaneden ya da evden çıkar, işe başlamış olursun.
b) iş:
yaşamaya devam etmek istiyorsan ve doğada yaşamıyorsan çalışmak zorundasın. doğadaysan ya toprak, ya deniz ya da hayvanlara mahkumsun. sadece meditasyon yapıyorsan o zaman su ve etraftan topladığın bitki ve meyveler yetebilir. ancak kişisel ve kültürel geçmişin var ve bu geçmiş ölene dek içinde. geçmişinle uyumu, kaynağa bağlanıp tefekküre dalarak yakalayamazsın. anne karnından çıktığında ağladın ve daha fazla ağlamak istemiyor olabilirsin ama bunun yolu geriye dönmek değil, ileriye yönelmek de değil anda olmaktır. evet, ağlayarak doğuyor, ağlayarak büyüyor ve bebekliğimizdeki kadar sık olmasa da ağlayarak yaşıyoruz. törpülendik ve hatırlamadığımız yıllarımızdaki gibi uçlarda yaşamıyoruz. bebekler çok sık güler ve ağlarlar. zaman geçti, ihtiyaçlarımız için anneye ihtiyacımız yok ama hala aynı çarkın içindeyiz ve buna insani diyoruz. oysa artık memeye veya kucağa gereksinimimiz yok. her ne kadar erkekler memeye, kadınlar da kucağa zaman zaman gereksinim duysalar da bu durum kendi bebeğimizin anne veya babası olma güdümüzün dışavurumundan ibaret. bir kadına veya erkeğe kendi temel ihtiyacımız için değil, doğmamış çocuğumuz için muhtacız ki ebeveyn olmak veya aile kurmak gelecek planların arasında olmasa da bunun temsillerini yaşamaya muhtaçsın. bir maşuk veya sevgili aracılığıyla... aşk, varlığa açılan kapı değil, doğmamış bebeğin viyaklamasıdır ve derinden gelir. sevgi, cinselliği yaşamak için zihnin ikna olma aşamasıdır ve o yüzden nefrete dönüşebilir. peki bu çarktan nasıl kurtulmalı? mizah geçici olarak kurtarır ancak ağlayacağın an muhakkak gelir, sarkaç o uçtan bu uca sallanır, kahkahalar gözyaşlarına karışır. sarkaca ilk hareketi veren kendimizizdir oysa. anne karnı dar gelir, plasenta işlevini yitirir. doğum sancısını önce anne çeker fakat doğumdan sonra bu kez bebek için sancılı süreç başlar. istediği sadece daha geniş bir alanken bedeninin sığabileceği, koca bir dünyada bulur kendini ve sarkaç acıya doğru sallanır. birçoğumuz hala doğum sancısı çekiyoruz. bazılarının ebeveyn olana kadar bazılarınınsa ölene kadar hayatının arka planı bu sancıdır. kurtuluş çoğu zaman ebeveyn olmakla mümkün olmaz çünkü kendi acınızı dindirmek için yeni acılar getirmişizdir dünyaya: acı çeken bir can. bebekle egosal bir ilişki kurduğunuzda çektiğiniz acı da aldığınız haz da ebeveyn olmadan önceki hayatınızdan ötede bir yerdedir. yani kurtuluşu soyun devamlılığında aramak oldukça risklidir. zaten bilinçli bir ilişki kurabilecek noktadaysanız çocuğa da ihtiyaç duymazsınız. ebeveynlik paradoksal bir roldür. bu durumda geriye kalan tek seçeneğin intihar olduğu yanılgısına düşülebilir ancak okuyor olmak halen arıyor olmanın göstergesi. aranan, bir ömür boyunca zihnimizi ve bedenimizi yıpratan sancının panzehiri ve bu noktada ölüme dek aramak, bulunacak bir şey olmasa da aramak da bir yol. ancak arayış, sarkacın sallanışını durduramaz. sadece vakit geçirmenizi sağlar. peki ya zamanı ortadan kaldırabilirsek? sarkaç yalnızca andayken, şimdideyken durulur... sen de durulur, dinginleşirsin. sonra yine sallanmaya başlarsın ama mekanik olarak bir sağa bir sola değil, bebeğin beşiğinin sallanması gibi değil çünkü pışpışlanmaya ihtiyacın yok, artık beşiğini sallayacak bir anneye ihtiyacın yok... bu durum parkta salıncağa binmiş bir ufaklığın kendi ivmesini kazanabilecek güçte olmadığı için arkadan birinin itişine ihtiyacı olmasına benzer. artık kendi kendine harekete geçebilir, salıncağın elverdiği ölçüde hızlanabilir ve hazırsan kendini boşluğa bırakabilirsin.

3. ÖĞLEN

a) mola:
insanların çoğu irili ufaklı topluluklar halinde yaşıyor. herkesin temel ihtiyaçları var ve herkes yapabildiğini yapıp dolaylı veya doğrudan birbirine satıyor. bu noktada devreye para giriyor. değiş-tokuş yapmanın mümkün olduğu bir mezrada veya doğada yaşamıyorsan -ki oralardaysan, bu yazıyı okuyor olman sadece bedenen orda olduğunu gösterir- para kazanmak zorundasın. ihtiyaçlarını ne kadar azaltsan da bu zaruret hali şehrin hatta köy yaşamının gerçeği. o zaman kendi kişisel ve kültürel geçmişine uygun bir iş seç. uygun iş, uzun süre zevk alabileceğin bir iştir. zevk alamayacağın hatta sana coşku vermeyen bir işte uzun yıllar çalışma. kısa süreli olarak böyle bir duruma katlanılabilir ancak sürekli uygun iş arayışı devam etmeli ve bu süreç kronik hale gelmeden, arayış sonuçsuz dahi kalsa sonlandırılmalıdır. kısacası işini araç olarak görme. işin değeri kendinde olmalı aksi takdirde egondan sıyrılamazsın. sarkaç otomatik olarak sallanmaya başlar. iş, iş çıkışı için veya emeklilik için araç olmamalı. hiçbir şekilde uygun iş bulamıyorsan yaşadığın yerle senin aranda uyumsuzluk var demektir. o zamandan arkana bakmadan git. ya paranın olmadığı ya da para kazanabileceğin bir yere.
b) paydos:
yaptığın veya yapacağın iş ya insanlarla ya da doğayla ilgilidir. şehirliysen doğaya dair bir iş yapmak derin bir keyif veremez sana. insanlardan uzak olmanın, güvende hissetmenin hazzıdır hissettiğin. gerçek zevk, yaptığın şeyin sana verdiği zevktir, yapmadıklarının değil. innsalarla ilgili bir işte çalışıyorsan verdiğin emek ya iletişim ya da etkileşim odaklıdır. genelde her iki eylem de devreye girer veya içiçedir. iletişimden kastım senden çıkan herhangi bir iletinin birilerine fayda sağlaması ve sana maaş olarak dönmesidir. refah, kendinden çıkan değere odaklanmakta yatar. farkındaysan, dikkatin, kendine veya başka insanlara kaymaz. böylece işine yoğunlaşırsın ortaya kötü bir şey çıkmaz hatta yaratıcı olman mümkün hale gelir. bir diğer iş alanı etkileşim odaklı çalışmalardır. öz olarak birebir veya çoklu insan ilişkileri. herhangi bir teknolojik cihaz yardımıyla veya yüzyüze olması temelde aynıdır. bu noktada para kazanmak için genellikle etkileyen konumundasınızdır ki genelde konuşarak, ender olarak dinleyerek veya farklı eylemler yoluyla. düstur, nesneleştirmemektir. unutma, zamanla sen de nesneleşmeye mahkum olursun. o yüzden öznelerarası ilişki kur. bunun yolu kendin olmaktan geçer. özne olmanın temeli bedenin ve beyninle uyumlu olmaktır. olamıyorsan, olabileceğini sezdiğin bir yere git.

4. AKŞAM
uyanık değil, uyurgezer vaziyette işini bitirsen de sorun değil. uyanmak için insanlar beraber ol. kendini yalnızlığa hapsetme. bilinçliysen, binlerce insanın olduğu bir miting alanında bile yalnızlığının tadını çıkarabilirsin. ama uyur-uyanık bir haldeysen fiziksel olarak yalnızken bile hep başka yerlerdesindir. iş arkadaşların veya meslektaşların dışında kimsen yoksa veya olmadığını düşünüyorsan bile sosyalleşmenin bir yolu vardır. ancak bunu eine dönüp bilgisayarının başına geçip yapma. ölüm döşeğinde hiçkimse 'keşke daha fazla popomun üstünde otursaydım da internete girseydim veya televizyon izleseydim demez. kendi geçmişini ve hayatına girmiş insanları düşünür ölmekte olan beyin. unutma: tv de bilgisayar da telefon da birer nesnedir. nesnelerle ne kadar bilinçli olursan ol, uzun süreli ilişkiler zamanla seni onlara benzetir. nesneleri kullanırken genelde sadece beyninsindir, duyuüstü alemdesindir. peki ya beden ve asıl önemlisi duyu? bir bütün olarak yaşarsan insanlık tarihindeki trajedileri kendi hayatında tekrarlamazsın. içinde yaşadığın toplum benzer trajedileri yaşamaya devam ediyor ve sonsuza dek edicekmiş gibi görünüyor. düşüncelerin de, duyuların da, bedenin de, sezgilerin de senin parçaların. birini veya birkaçını seçersen bir şeyler eksik kalır. doğru cevap, bazen tüm şıkları işaretlemek bazen de soruya soruyla cevap vermek olabilir. aşağıdaki şıklardan birini işaretlemeniz söyleniyor diye bu buyruğa boyun eğerseniz, başkalarının hayatını yaşamaya mahkum olursunuz. o başkaları da kendi hayatlarını yaşayamadıklarından sizi esir alırlar. asıl trajedi ölüm değil, yaşanamayan hayatlardır.

not: 22 nisan 'earth day' olarak kutlanmakta.

Hiç yorum yok: